Nasıl ki bir bahçıvan, baktığı bütün çiçeklere ayrı ayrı îtinâ gösterir, hiçbirini ihmâl etmez, her çiçeği tabiatına göre yetiştirirse; bizler de bütün yavrularımıza istîdatlarına göre ayrı ayrı ihtimam göstermeli, o istîdatların terbiyesine ehemmiyet vermeliyiz. Zira bu terbiye farkından dolayıdır ki, aynı yaştaki iki çocuktan biri kediye taş atarken, diğeri ona süt vermektedir.

Yine bir bahçıvanın çiçeklerini her gün sulayıp onları ayrık otlarından temizlemesi, yanlış büyümüş dallarını keserek daha dengeli ve gür gelişmesine çalışması gibi, bizler de yavrularımızı İslâm ile ihyâ etmeye gayret göstermeliyiz. Zamanın getirdiği menfî düşünce ve davranışların, onların gönül dünyalarını zehirlemesine fırsat vermemeliyiz.

Hiç şüphesiz bahçıvanın üzerine titrediği, bakımını en iyi şekilde yaptığı çiçekler neşv ü nemâ bulur, inkişâf eder. O bahçeyi uzaktan yakından seyreden herkes, orada mahâretli bir bahçıvanın emeği bulunduğunu idrâk eder.

Fakat gelişigüzel bırakılan ve bakımı ihmal edilen bir bahçe ise bir müddet sonra dikenlik hâle döner. Göze hoş gelmediği gibi, gönlü de hoşnud etmez. O bakımsız arâziye atılan her tohum, tarla fârelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur.

Yani gül gibi bir evlât yetiştirmek istiyorsak, gül gibi bir anne-baba olmalıyız.

Ayrıca çok ısrarlı isteklerin, bâzen neticesi bakımından çok zararlı olduğu da görülmüştür. Mesela anne-babalar bir evlatları olsun diye çok duâ ederler. Lakin Cenâb-ı Hak, ilâhî bir imtihan olarak kendilerine sakat bir evlât da verebilir. O takdirde de anne-babanın yapması gereken, o sakat yavrularına gösterecekleri şefkat ve merhamet dolayısıyla ilâhî ecre nâil olabilmektir.

Bu sebeple dâimâ Allâh’ın takdîrinden râzı olabilmek ve; “Yâ Rabbi! Sen’in, benim için takdir ettiğin, benim kendim için arzu ettiğimden muhakkak ki daha hayırlıdır, ben Senʼin takdîrine râzıyım.” diyebilmek lâzımdır. Bu da hiç şüphesiz ki bir îman alâmetidir.

Velhâsıl gaybı bilemediğimiz için, bâzı mahrumiyet gibi görünen şeylerin aslında bizim için ne büyük bir rahmet vesîlesi olabileceğini, aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

EVLÂT HAYIRLI MI HAYIRSIZ MI?

Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla bir evlât dünyaya getirdiğinde, anneler tebrik edilir, hediyeler verilir. Fakat bu, hayırlı evlât mı olacak, yoksa hayırsız mı, düşünülmez.

Âmâk-ı Hayal adlı eserinde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, bir kedi yavrusunun doğuşu sebebiyle şenlik yapmak isteyen Aynalı Baba’nın hâline şaşıran Râcî’ye verdiği cevabı şöyle hikâye eder:

“Şimdi sana desem ki; «Falan yerin kralının bir oğlu dünyaya gelmiş, halk şenlik yapıyor…», bu sözlere hiç şaşırmaz, hattâ gayet normal bulursun. Ama bir kez düşün:

İlk olarak, çocuğun yaşayıp yaşayamayacağı belli değil.

İkinci olarak, iyi bir adam olup olmayacağı da belli değil.

Üçüncü olarak, insan olduğu için iyiden çok kötüye yöneleceği çok güçlü bir ihtimal.

Dördüncü olarak, kral oğlu olduğu için kibirli, baskıcı, bencil ve biraz cahil olması da beklenir.

Şimdi bu sıfatlara sahip olan bir çocuk için şenlik yapılmasına ses çıkarılmazken, bir kedi yavrusunun dünyaya gelişi, iki kişinin de mi sevincine değmez?”

Demek ki anne-babalar için en mühim husus, evlâtlarının ilâhî bir emanet olduğunu hiçbir zaman unutmayıp, onları Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul olarak yetiştirmeye gayret sarf etmektir.