Çağlar, nesiller, imkânlar, yöntemler değişse de, “insan”ın özünde saklı bulunan bazı hakikatler ve ona asıl varlık istikametini gösteren kimi ölçüler, insanın içinde derinden derine bir ırmak gibi akıp durur. Bütün zamanları ve zeminleri aşan keyfiyetiyle, insanın eskimez gündemi ve değişmez meseleleri onu her an bulur, kuşatır ve kavrar. Hazret-i Mevlânâ gibi hem âlim ve arif olan hem de söz mülküne hükmeden ulu sultanlar, insanın içindeki bu cevheri sürekli uyandırarak onu bir yok oluştan ve unutuluştan kurtarmak, böylece insanı kendi gurbetine savrulmaktan sakınmak için çabalamışlardır.
İnsan elbette unutmak, dalıvermek, kapılıp gitmek, bazen kendi içindeki seslenişi daha yüksek bir gürültü ile bastırmak gibi hastalıklara tutulabilir. Ama ne mutlu ki her çağda ve her durumda, bilge bir kılavuzun gelip de onu yola iletmesi, onu menzile yöneltmesi hakkından ve imkânından mahrum bırakılmaz. Hazret-i Mevlânâ’nın sözü, yürümeyi yol edinmiş mana yolcuları için seher-i haşre dek sönmeyecek bir kandildir. Aşk ile nasıl yanmışsa, asırlardan beri körelmez bir parıldayışla dört bir yana ışık saçmaktadır.
Hiçbir insan tek kanatla bunca çağın üstünden uçamaz; onca mevsimi tek kanadıyla aşamaz. İlim ve irfanı iki kanat gibi kuşanmış “zülcenâheyn” bir şahsiyet olarak Hazret-i Mevlânâ, her çağ için geçerli ve herkes için gerekli olan iksiri insanlığın gönlüne sunmuştur. Bir zamanlar kendi olup da adı olmayan, şimdi ise adı olup da kendi çoktan kaybolmuş bulunan nice kavram, değer ve tutum, onun sözlerinden taşan ilhamlarla yeniden can bulabilir.
Hazret-i Mevlânâ’dan alacağımız ders ve ilhamla, belki söylediklerimizle eylediklerimizin düşmandan kaçar gibi birbirinden kaçmasına engel olabiliriz. Kim bilir, terk etmeyi dilimize hiç dolamadan terk edilmesi gerekeni terk etmeyi öğreniveririz. Yine umulur ki, vefa beklememecesine vefalı olmanın sırrına ve zevkine ulaşabiliriz; ya da hiç değilse, Hazret-i Pir’in bir rubaisinden ilhamla, gerçek sevgide cefanın da vefanın da lakırdısına yer bulunmadığına erecek bir bilince ve ciddiyete kavuşabiliriz.
Sufiyye yolunun büyüklerinde hep görülebildiği üzere, Hazret-i Mevlânâ’ya bakan onda kendini görür, ondan kendine bir yol bulur. Ona onda değil kendinde arayan ise, kendinde ancak zan ve butlan bulur. Nitekim “Bizim Yunus”tan da çok “Bizim Mevlânâ” türemiş bulunduğunu görmek en sathi nazarlar için bile mümkün ve kolaydır. Onun eserlerinin bütünü, üslûbu, tasavvufi mazmunlarla yüklü anlatımı, şiir dilinin ölçü ve işleyişi etraflıca kuşatılmadan, yeni yeni mevlânâlar (!) keşfetmek, türetmek işten bile değildir.
Bakanın bundaki kusuru bir yana, çağlar üstü bir sedaya sahip bütün şahsiyetler için abartma ve yüceltme kadar, çarpıtma ve küçültmeye maruz kalmak da mukadder bir çile gibi görünmektedir. Bütün bunların dönüp bağlandığı nokta ise, anlamamaktır; her şeyden önce anlamanın ne olduğu üzerine yeterince zihin yormamak, böyle bir yol için de gereğince kuşanmamaktır. Gördüğümüzün ne kadarının görünenle ne kadarının da görüşümüzle ilgili olduğu noktası, bizim için her zaman bir dikkat ve ihtiyat noktası olarak kalmalıdır. Aksi hâlde Mesnevî-i Şerîf’teki şu ikaza medar olmak tehlikesi vardır:
Çun Hudâ hâhed ki perde-i kes dered
Meyleş ender ta’ne-i pâkân bered
“Allah bir kimsenin utanç perdesini yırtmayı dilerse
Onu temiz kişileri kınamaya meylettirir.”
Dr. Öğr. Üyesi Olcay Kocatürk
Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araştırmalar Enstitüsü Müdür Yrd.