Başında nakışlı hacı takkesi, elinde doksan dokuzluk tespihiyle sokağımızda ilk defa gördüğümüzde temkinli adımları dikkatimizden kaçmamıştı. Sağa sola bakınmıyor ama sanki etrafı dinler gibi teyakkuz halinde görünüyordu. Çok şişmandı ve göbeği vücudundan sanki bir adım önde yürüyor gibiydi. Bize yaklaştığında selam verdi ama göz teması kurmadık, çünkü sağa sola değil daima ileriye bakıyordu. Kıvrılıp Denizköy sokağına girdiğinde merakımızı yenememiştik. Mahallede bizden eski olan, annesinin ‘İbreem’ diye seslendiği İbrahim “Bu adamın Adı Şişman Ali, gözleri de kör” dedi. Kördü fakat gözleri ışıl ışıldı.

Ertesi gün Karaaliler Caddesinden girip yine bize doğru yaklaşmakta olduğunu görünce içimizden biri ‘Şişman Ali geliyor. Şişman, şişmaan diye bağıralım, nasıl olsa biz görüp yakalayamaz” diye bir fikir attı. Bu elbette doğru bir davranış değildi ama oyun grubundakilerden bazıları kabul edip kenarda Şişman Ali’nin gelmesini beklemeye koyuldu.

Adımlarını dikkatle atıyor, sanki bir şeyleri hesap ediyor ya da düşünüyormuş gibiydi. Görmese de bize yaklaştığını fark edip selamdan önce “İnsanların kusurları yahut özürleriyle alay edilmez, bu günahtır” dedi. Yolun öte tarafında pusudakilerin plânı bozulduğu gibi mahcup da olmuşlardı, “Yok amca biz öyle bir şey yapmayız” diyerek kurdukları tezgâhtan geri döndüler. Demek ki Ali amcanın kulağı çok hassasmış. Aramızdan biri “Selâmünaleyküm amca” diyerek vazifeyi ifa edince Selamı alıp “Aslında selamı duran değil gelen verir. Ama ben sizi tembih etmek için selamı ihmal ettim. Siz efendi çocuklarsınız, öyle terbiyesiz şeyler yapmazsınız” diyerek gönlümüzü okşadı. Etrafını sarmış, beraber yürürken sohbet ediyorduk. Meğer bazı çocuklar görmemesinden ötürü, kendilerine eğlence olsun diye bazen yoluna taş koyar, bazen toprak yola su döküp çamur ederlermiş. Kimileri de, “Şişman, kör gibi” alaycı sözlerle güya kendilerince eğlenirlermiş.

Onunla alay etmek yerine dost olmayı seçen bizin sokağın çocukları, her geldiğinde etrafında toplanıp diğer sokağın yarısına kadar sohbet eder, görmeden hayatını nasıl sürdürdüğüne dair meraklarını yenmeye çalışırdı. Aslında dünyaya sağlıklı bir bebek olarak gelmiş fakat küçük yaşlarda geçirdiği bir hastalık sırasında yanlış ilaç kullanımı sebebiyle gözlerini kaybetmiş. Evliya Tekke köylülerinin yoğun olduğu Karaaliler Caddesinde yaşıyordu ve kardeşi Yakup o muhitin bakkalıydı.

Sokakların kaç adım olduğunu, virajlarını, köşe başlarını hatta çukuru ve engebelerini ezberlemişti. Her gün nereye gidip geldiği sorulunca, “Oturmakla gün geçmez. Şu sokakta yürürken ırmaktan akan suyun şırıltısını dinliyorum, ne güzel akıyor. Şu sokaktaki iğdeleri rayihasını soluyunca insanın içine bahar doluyor. Uçtuklarını görmesem de kuşların sesini dinliyorum” diye cevap vermişti.

Görmese de duyarak ve koklayarak hayatını anlamlandırıyordu. Kim bilir belki de gözlerinin açık olduğu çocukluk yıllarında zihnine yerleşen köyünün ırmakları, dağları, ağaçları, kuşlarını hayalinde canlandırıp yaşadığı ana taşıyordu. “Kuşlara taş atıp onları öldürmeyin” demişti bir gün; “Onların da yuvaları, yavruları, yumurtaları vardır ve anaları ölürse yavruları aç kalır, yumurtaları telef olur.”

Yıllar ilerledikçe Ali amca yaşlandı, mahalle büyüyüp değişme uğradıkça da hafızasındaki kroki kadük oldu. Artık eline baston alıp, adım attığı yerleri kontrol etmeye başlamıştı. Hem eskiden üç beş at arabası ve bisikletin geçtiği yollardan ara sıra da olsa otobüs, kamyon hatta otomobil de geçer olmuştu.

Bizden sonraki nesil çocuklarla nasıl diyaloglar yaşadı bilmem ama yol üstü sohbetlerimizle Şişman Ali bizim okul öncesi ilk eğiticilerimizden biriydi. Dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs salgınına her gün yüzlerce canın kurban olduğu dönemde Ali amca da virüse yenik düşüp dünya hayatını tamamladı.

Çayırbağlı komşuların çok olduğu Denizköy sokakta da Remzi amca ile Fadim ablanın özürlü kızları Ayış vardı. Vücudunun bir yarısı felçli olduğu için kolu daima göğsünün üzerinde durur, yürürken bir ayağını sürürdü. Aslında dünyaya sağlıklı bir bebek olarak gelmiş ve kendi anlattığına göre çocukluk yaşlarında pek de sevimliymiş. O yılları anlatırken sağlıklı günlerine duyduğu özlem yüzünden okunur, dokunaklı cümleler kurardı. Hem uslu, akıllı hem de güzel bir çocuk olduğunu söyler, “Görenler beni öpüp sevmeden geçemezdi” derken keyiflendirdi. Köyün diğer çocuklarıyla kendilerini oyuna kaptırdıkları bir gün arkadaşlarından birisi onu, bulunduğu yüksek yerden aşağıya itivermiş. Başını taşa çarpış ama o günün insanları durumun vahameti kavrayamadıklarından hastaneye götürmeyi akıl edememişler. Geceyi sancılar içinde geçiren Ayış ertesi gün at arabasının üzerinde Konya’daki hastaneye getirildiğinde ise felçli bir hayat yaşamak onun kaderi olmuş.

Ayış engelli bir çocuk olduğu için oyunlarımıza katılamaz, kenarda izleyici olurdu. Fakat sıkça müdahil olmaktan kendini alıkoyamaz, saklambaçlarda saklananların yerini, körebe oyununda kaçanların ne yönde bulunduklarını söyleyiverirdi. Okuma yazması olmamasına rağmen kulaktan duyma yöntemlerle öğrendiği pek çok maniyi bulunduğu ortam ve şahıslara göre uyarlamada da ustaydı. Sinirlendiği ya da sinirlenmesinden keyif aldığı insanlara mesela “Bahçelerde armut, canın mı sıkkın kel Mahmut” gibi tekerlemeler üretirdi.

Yaşı ilerledikçe Ayış’ı hareket kabiliyeti de giderek zayıfladı. Tek ayağı bedeninin taşımakta zorlanıyordu. Kız kardeşleri Kezban, Fadimana ve Suna ile erkek kardeşi Muammer evlenip yuvalarını kurarak Kovanağzı’ndan uzaklaşmış; evin, ahırın ve bahçenin, hatta Çayırbağındaki ekilip biçilecek tarla ile Ayış’ın yükü yaşlı anası ile babasına kalmıştı.

Ayış’ın babası Remzi amca kulakları duymasa da, karşısındakinin söylediklerini dudaklarını okuyarak anlayabiliyor. İşitme engellilerin dilleri genellikle söylemez olur ama Remzi amca meramını anlatacak kadar konuşma yeteneğine sahip. Fakat kendi konuştuğunu kulakları duymadığı için ses tonunu ayarlayamaz. Birçok kelimeyi de sürdürerek telaffuz edince adeta farklı bir lehçe oluşturur. Yaşlılıktan takatinin kesildiği birkaç yıla kadar evinin arkasındaki küçük bahçeyi her mevsimde ekip dikerek pazarda satacak ürünler yetiştirmeye devam etti. Hamarat bir kadın olan Fadim abla ise evin önünde tandır yaktığı günlerde pişirdiği ekmeklerden komşulara hisse ayırır, bunları dağıtmaktan da keyif alırdı.

Birkaç yıl önce Ayış düşmüş ve ayağı kırılmış. Daha iyi şartlarda bakımının sürdürülebilmesi için bakımevine götürüldü. Artık sokaklarda mani söyleyen Ayış yoktu. 2023’ün Şubat ayında ömrünün tamama erip dönülmez yolculuğa çıktığı haber verildi.

Bir de Halil’imiz vardı. Ali Taşoluk’ta aynı sınıftaydık. Dersleri pek sevmediğinden okulun mutsuz öğrencisiydi. Alparslan İlkokulunda öğretmeni Halil'i özel sınıfa göndermiş. Sınıf tekrarı yapmış mı bilmem ama fiziki yönden büyüktü.

İlkokuldan sonra herkes yeni bir yola revan olurken Halil bizden ayrı düştü. İşe güce yanaşmadığını çevremizden duyduk. Gençlik çağlarındayken babası vefat edince kardeşleri, mağdur olup açıkta kalmasın diye miras bölüşümünde evi ona bırakmışlar. Bir zaman sonra paranın en büyük nimet olacağına kanaat getiren Halil bulduğu müşteriye evi satıp aldığı para sayesinde varlığa kavuştuğunu zannetmiş. Elinde çokça para olunca tükenmeyeceği hissiyle otelde konaklayıp lokantalarda yemiş. Böyle deyince yanlış anlaşılmasın; gece hayatına kapılan, alkol müptelası biri değildi.

Hazıra dağların dayanmadığı gibi para bitince Halil’in yolu yine Kovanağzı’na yönelmiş ve sattığı evin kapısına gelip “Ben size evi sattım ama şu kulübeyi satmadım” demiş. Evin yeni sahibi vaziyetini bildiğinden avlusunda düzenleme yapıp ardiye görünümlü yeri yatıp kalkması için Halil’in kullanımına vermiş.

Bazen Kayalıpark’ta mahzun mahzun dolaşırken, bazen Balaban caddesinde ırmağın kenarında dalgın dalgın yürürken karşılaşırdık. Biz yaklaşmazsak o yanımıza sokulmaz, biz söz söylemesek o selam vermezdi. Çocukluğunu dolduran hayallerinden hayatında hiçbir iz yoktu. Sigara ikram edince memnun olur, yarılanmış paketi hediye edince mutluluğu yüzüne vurur, hele bir de üç beş lira harçlık verirsen dili çözülür “Biz bir halt olmadık ama siz var ya, çok iyi adamlar oldunuz” diye methiyeler dizerdi.

İlkokul çağındayken çam yarmasını andıran bedeni giderek küçülmüş, heybeti ziyan olmuş, sıskaya dönmüştü. 2007’nin bir Temmuz akşamı Kurtuluş mahallesinde trenin acı korna sesleri yankılandıktan sonra tonlarca demir kütlesinin çıkardığı ürküntü veren fren sesi faciayı haber veriyordu. Halil’in dünya hayatı demir yolu raylarında son bulmuştu.

Açöldümler cihetinde oturan kısa boylu, sarımtırak, yüzünde yılların yorgunluğunu ifade eden kırışıklar bulunan Tayyip ağa latife etmeyi de sözlerinin arasına argo kelimeler yerleştirmeyi de pek severdi. Yanlış anlamayın; Azize esnaflarından meşhur Tayyip ağa değil bu ama onu andıran bir adaşıdır. Sabahın erken saatlerinde otobüs durağında uykulu gözlerle bekleyen yolcular, elinde boş pazar çantasıyla gelen Tayyip ağa ile neşelenir, şakalaşmaya yeltenenler onun dağarcığından günün payını alırdı. “Tayyip ağa, her gün şu boş çantayı ne diye taşırsın?” diye soran birine uzatıp “Gel de sen girivir” demişti mesela. Bir başka gün, onun neşesi yok gibiydi ama duraktakiler rahat vermiyordu. Biri, kirden rengi siyaha dönmüş yeşil ceketinin eteğinden tutup “Pek de güzel ceketin var ama ah bir de yıkasan da temiz olsa…” diyecek oldu. Tayyip ağa ise gözlerini havada gezdirerek “Ne kadar yıkadıysam hep kirlendi, suyu telef etmeye ne lüzum var. Boşa israf!” diye karşılık vermişti.

İşte bunlar da Kovanağzı’nın renklerinden bir kaçıydı.