Bu dünyadaki en cahil varlık nefsi emmaredir. Çünkü o (başkasının değil) kendisinin düşmanıdır... Kendisinin kötülüğünü ister. Bütün gayreti kendini helak etmektir... Mevla’sı ve üzerindeki nimetlerin sahibi olan Rabbine isyan etmek ve düşmanı olan şeytana itaat etmek ister. İnsan denen varlık anlaşılması zor bir muammadır. Diğer varlıklardan farklı olarak akıl ile donatılmıştır ama o çoğu zaman aklı ile değil de duyguları ve arzuları ile hareket eder. Arzuları; akıl, nefis ve beşeri tabiatımız gibi kendi iç merkezlerimizden veya melek ve şeytan gibi dışarıdaki varlıkların fısıltılarından kaynaklanır. Doğru davranış için arzularımızın kaynağını tespit etmek son derece önemlidir. Zira nefis ve şeytandan gelen fısıltıların ortaya çıkardığı arzular zararlı ve gereksiz, beşeri varlığımızın ortaya çıkartığı arzular ise çoğu zaman faydalı ve gereklidir. İnsanlar doğru olsun yanlış olsun gittikleri yolu çoğu zaman akılları ile düşünerek değil nefsani ve şeytani duyguların tesiri altında körü körüne tercih ederler. Bu sebeple diğer sufiler gibi İmam Rabbani de salike öncelikle kalbini faydasız duygulardan korumayı tavsiye eder: Kulun Mevla’sından başka bir muradı ve mat­lu­bu olmaması gereklidir. Eğer kul bu hali yakalayamazsa, kafasını ve ayağını kulluk bağından çıkarmış olur. Böylece kul nefsinin isteklerinin esiri olur, heva ve hevesine uyarak, şeytanın emrine girer, nefsinin kölesi olur. Kulun Mevlasından ve Onun muradından başka bir muradı ve matlubunun olmama bahtiyarlığına ulaşması kamil bir beka ve tam bir fenaya ermek manasına gelen velayeti hassaya ulaşmasına bağlıdır.

İmam Rabbani gereksiz arzulara son vermek ile insanın beşeriyetinden doğan arzuların bir birine karıştırılmaması gerektiğini söyler. Bu mesele genelde pek çok sufi tarafından yanlış anlaşılmıştır. Zira İmam’a göre insanın bir beşer olarak fıtratına konan ihtiyaçları vardır ve bunları yerine getirmek kötü görülemez. Salikin maneviyat yolunda ilerlemesi onun beşeriyetten çıkarak melek olması ve maddi ihtiyaçlarının tamamen yok olması demek değildir. Eğer kemalat bunda olsaydı şüphesiz Rabbimiz bizi melekler gibi yaratır veya onlar gibi olmamızı bizden isterdi. Bu sebeple tabiatımızın gereği olan yeme ve içme gibi makul arzuları gerektiği ölçüde yerine getirmek maneviyata aykırı görülemez: Kamil zatlar da bazı şeyleri isteyebilir ve bazı temennilerde bulunabilirler. Nitekim peygamberlerin İmamı, veliler sultanı Peygamber Efendimiz (s.a.v) soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Bununla beraber onun esas büyük arzusu ümmetinin hidayetine dair olup bu Kuranı Kerim’de beyan edilmiştir.

İnsanın dünya hayatı sürdükçe o arzular da devam edecektir. Dolayısıyla sıcaklık zamanında insan fıtratı, irade dışı olarak soğuğa; soğuk zamanda ise mecburen sıcaklığa meyledecektir. Bu tür bir istek ve ihtiyaçlar kulluğa aykırı olmaz ve bu ihtiyaçları karşılayanlar heva ve hevesine önem vermiş de sayılmaz. Çünkü tabiatın gereklerini yapmak, mükelleflik dairesinin dışında olup, bunun kaynağı nefs-i emmarenin hevası değildir. İmam böylece fıtratın kanunlarını inkar eden Hristiyanlık ruhbanlığı ve Hindu mistisizmi ile İslam tasavvufunun en önemli farkını ortaya koymuş olur. Zira sözü geçen bu batıl dinlerin salikleri maneviyat adına Allah’ın fıtratlarına koyduğu ihtiyaçları inkâr ederler. Evliliği yasaklar, riyazat hususunda da o kadar ileri giderler ki bir kısmı açlıktan ölür. Halbuki bu tür sapkın tutumlar Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. İslam’ın ve tabiatı ile sufilerin kaçınmaya çalıştığı arzular gereksiz ve süfli olanlardır:

Zira nefsin meyli genelde mubahların fuzuli olanlarına, ya da haram ve şüpheli şeylere olur. Zorunlu ve kaçınılmaz olan şeylerde nefsin bir dahli olmaz. Boş işlerle ilgilenme ve oyalanmanın kaynağı, mubahların fuzuli olanları ile meşgul olmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü mubahın fazlası ve fuzuli olanı, haramın hemen yanı başında durmaktadır. İnsan, lanetli şeytanın saptırması sonucu ayağını oradan birazcık kaldırsa istemese bile onu haram dairesinin içine atacaktır. O halde (suluka girenler için) mubah sahasını sadece zaruri olanlarla sınırlı tutmak son derece elzemdir. Çünkü buranın ötesi fuzuli ve gereksiz mubahların sahasıdır. Bu sebeple salik aklına her gelen arzunun peşine hemen düşmemeli, harekete geçmeden önce bu arzunun hangi kaynaktan geldiğini araştırmalıdır. İmam bunların iki kaynaktan ortaya çıktığını söyler, bunlardan birincisi meleklerin ilhamı diğeri ise şeytanın vesvesedir: Arzuların ortaya çıkmasına sebep olan harici sebepler iki kaynaktan gelir. Bu dış sebep, insanı hayra yönlendiren Rahman’ın nasihatçisi olabilir. Nitekim her müminin kalbinde Allah Teala’nın bir nasihatçisi vardır. Yahut bu dış sebep insanın içine düşmanlık ve şer tohumları atan şeytan olabilir. (Şeytan) Onlara söz verir, umut verir, fakat şeytanın onlara sözü, aldatmadan başka bir şey değildir. (Nisa, 76)

İmam’a göre bunlardan şeytani olan duyguları alt etmek nispeten kolaydır. Zira şeytan dışarıdan bu vesveseleri kalbimize atar. Halbuki nefisten gelen arzuları alt etmek kolay değildir, zira o içeridedir, özümüzde gizlidir: Hülasa, kaynağı nefs-i emmare olan her fesat zati bir hastalık ve öldürücü bir zehir olup kulluk makamına ters düşmektedir. Bunun aksine Şeytanın fısıldaması da olsa dıştan gelen her türlü kötü düşünce, kolayca manevi bir tedaviyle giderilebilen geçici hastalıklardandır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur: Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa, 120) Bizim belamız nefisimizdir... Ruhumuzun düşmanı ve kötü arkadaşımız olan nefisimiz... Dış düşmanımız olan şeytan ancak, nefisimizin yardımı sonucunda bize galebe çalar ve bizi yerimizden uzaklaştırır.

 Nefisle uğraşmanın başka bir zorluğu ise onun bizzat kendisine düşman olmasıdır. Kendisinin kötülüğünü isteyen bir varlığı terbiye etmek kolay değildir, bu ancak kamil mürşitlerin yardımı ile olabilir. Netice olarak bazı sufilerin nefis terbiyesi adına tabiatın gereği olan ihtiyaçlarını inkar etmeleri doğru değildir. Tabiatımızın gereği olan fıtri ihtiyaçları karşılamak, maneviyata engel değildir. Önemli olan bunu yaparken israfa ve aşırılığa düşmemektir. İfrat tefriti doğurduğundan bu konudaki gereksiz zorlamalar tam tersi etki yapar, tabiatın gereği olan makul ve helal istekler yerine getirilmediğinde bir süre sonra nefis daha büyük haramları kolayca sahibine işletir.