Kovanağzı’ndaki arsamızın etrafı uçsuz bucaksız bir ovayı andırıyor; ekin, pancar boy veriyordu. Neyse ki karşımızdaki tarlanın ortasında bir kerpiç ev, onun yüz metre ötesinde bir başka ev daha vardı. Bunlardan birinde İbrahim diğerinde Hüsrev yaşıtımızdı. İbrahim’in büyüğü Remzi ağabey oyun çağını çoktan aşmıştı. Bir adı da Mürid olan Hüsrev’in küçüğü namı diğer Halloş Halil’di. Uzun sokağın sonunda karşılıklı iki ev daha vardı. Biri Erzurumlu Sabri, diğeri Ramis amcalardı. Süleyman, Rahmi, Fehmi bize yaşıt; Nafiz, Bayram ve Niyazi bizden epey büyükçeydi. Yazının buraya kadarki kısmını okuyunca “Mustafa abi benden bahsetmemiş” diyecek olan Duran henüz arz makamında değildi! Daha ötelerdeki bağ evleri yaz aylarında hareketlenip kış aylarında sessizliğe gömülüyordu.

Evimizin mühendisi, mimarı, işçi ve amelesi Şeker Murat mahallesindeki akrabalarımızdan müteşekkildi. Gâh göz kararıyla, gâh adım ölçüleriyle iki oda, bir mabeynli evimizin temeli kazılıp sille taşı döşenerek inşaata başlandı. Berber Hasan’ın babası Mustafa Çelik Amca usta, akrabalarımız da ameleydi.

Cavdırmalar döşenip üzerine tahtalar serilirken dama çıkarıldığımı ve burada şişe tabanını andıran gözlüğünden ötürü Gözlüklü Dayı diye andığımız Mustafa Elmalı hoca merhumun bin bir türlü lâtifesine muhatap olduğumu da söylemeliyim. Zaten Şeker’deki evimizde de çocukluk hallerimiz rahatsızlık verici boyuta vardığında siyah kalın pantolon kemerinin metal tokasındaki düğmeye basarak şakır şukur sesler çıkartıp bazen “Hay polis” bazen de “Hay inneci” diye onları çağırıyormuş gibi yaparak bize korku salar sustururdu. Yıllar sonra gazeteciliğin ilk kıdem ürünü olarak evimize telefon bağlattığımızda ilk telefon görüşmesini onunla yapıp “Alo, ben çocukları korkutmak için pantolon kayışından telefon ettiğin polis!” diye mukabele etmiştim.

Çatısı yoktu ve evimizin damı toprak örtülüydü. “Yağmur, kar damlaları eve sızmasın” diye çorak serer, üzerinde de yuvak gezdirip sıkıştırırdık. Günlük oturma odamızın penceresi bahçeye bakardı ve hava karardığında Akyokuş’tan tek tük gidip gelen arabaların ışıklarını sayarak seyrederdik. Annesi ve babasının mezarları Konya’da olmasına karşılık annem her akşam Akyokuş’un ışıklarına dalar, gözyaşları yaktığı sessiz ağıta eşlik ederdi. Yüreğindeki sancıya köy kabristanındaki iki erkek kardeşi Mehmet ve Hüseyin dayılarımız ile küçük yaşta toprağa koyduğu iki Meryem’inin hasreti sebep olmalıydı.

Yanı başımıza bizimle birlikte ev yapan Sait Ağa o sırada bekâr olsa da hemen evlenmişti. Babam ve annem bir akşam Ali Destici amcalara misafirliğe giderken bizi evde bıraktılar. Televizyon yok, telefon yok, internet yok, atari matari yok; zaten bunları çalıştıracak elektrik de yoktu. Ağabeyimiz Ekrem kardeşim Sadık’la bana belki Koçoğlu Koçak masalını, belki Köroğlu destanını anlatıyordu ki şehadet parmağını dudaklarına götürüp sessiz olmamızı istedi ve dikkat kesildi. Sonra “Dışarıda sesler var” deyip pencereyi açtığında bomboz dumanların etrafı sardığını fark edip “Anaa, Sait Ağanın evi yanıyor” demesiyle dış kapıya koştuk. Alevlerin yükseldiğini gören civar komşular avluya doluşmuş, tahta kapımızı da yumruklayarak bizi çağırmışlar ama arka odada olmamızdan ötürü duymamışız. Kozlulu Mevlüt Ağa “Biraz daha açmasaydınız kapıyı kırıp içeri girecektik. Hafazanallah, yangın sizin eve de sünerse perperişan olurdunuz” dedi. Biz çıktık ahali eve daldı ve ne varsa karşı tarlanın ortasındaki kel armut ağacının altına yığdılar.

Sait Ağa emeklerinin mahsulü evinin karşısına dikilmiş çaresizliğini sigarasıyla paylaşıyordu. Tütününden süzülen dumanlar alevlerin sardığı pencerelerden çıkanlarla yarışıyordu sanki. Yeni ayaklanan kızı Sultan iğde ağaçlarının altında şoke olmuş durumdaydı. Evlerine içecek suyu öteki sokaktaki caminin önündeki çeşmeden taşıyan ahalinin yangına serpecek suyu yoktu. Kadınlar testilerle, güğümlerle camiden sırtlarında su taşıyordu ve taşıma suyla değirmen dönmediği gibi yangın da sönmüyordu.

Çayırbağlı Seyit Mehmet Ağa yangını çaresizlik içinde seyredenlerin arasında “Jetonu olan var mı?” diyerek dolaşıp birkaç tane bulduktan sonra yanına bir başkasını da alarak Kömürcüler Camiin oradaki telefon kulübesinden itfaiye çağırmaya gitti. Onlara köşeyi dönmeden de toprak damı taşıyan ağaçlar alevlere yenilip büyük bir gürültüyle çöktü. Evde ev kılığı kalmamıştı ki itfaiye aracı geldi. İtfaiye erleri hortumlarını serip göğe doğru haşmetle sünen alevlere tazyikli suyla müdahale ederken benim gibi kim bilir kaç kişi o gün ömründe ilk yangını ve ilk itfaiye müdahalesini görüyordu.

Yangın vereceği zararı verdikten sonra köpüklü sulara teslim olmuş, geriye için için yanan köz ve ondan süzülen dumanlar kalmıştı. Saat gece yarısı olduğunda itfaiyeciler rapor tutuyorken annemle babam karanlıkta göründü. Sokaktaki kalabalık ve is kokusu telaşlandırmış olmalı ki hızlanıp soluk soluğa geldiler. İtfaiyeciler “Yangın nasıl çıktı?” diye sorduğunda Sait Ağa “Tüpü taktım, kirpiti yaktım, yüzüme bir alev çaldı, üstüne battaniye attım ama söndüremedim” derken o anı adeta yeniden yaşıyordu.

Yangın tehlikesi geçince yine komşularımızın marifetiyle eşyalarımız evimize taşındı, biz çocuklar için döşekler serildi. Büyükler ise o geceyi evi yanan ailenin yardımında bulunarak geçirdi.

Sonraki günlerde Sait Ağa çalıştığı Et Kombinasından izin alıp sağlam kalan eşyalarını yangın enkazından ayırırken sık sık ağıtları duyuldu etrafta. Ve Ermenek’ten bir ağabeyle bir abla geldi yardımlarına. Bunlar insan suretinde iki iyilik meleğiydi sanki. Yağız delikanlı olabildiğince pozitif enerji yüklü, çalışmaktan yılmayan, etrafıyla daima barışık mütebessim biriydi. Yorgunluk molalarında biz çocuklarla oynayıp şakalaşmayı tercih eder, güzel konuşur ve güzel de dinlerdi. Abla da onun emrine girmiş bir amele gibiydi. “Burada ne güzel insanlar var, herkes bize yardım ediyor” sözü de onlardan sadır olmuştu. “Keşke isimlerini de unutmamış olsam da burada zikredebilseydim.

Yangının yaydığı is kokusu günler boyunca sürdü, enkaz temizlendi ve ev yenilendi. Sait Ağa evine yaptıracağı müştemilat için bir kamyon kum yıktırmıştı. Bilyalı sürmekten, teker çevirmekten ve ebelemeci, saklambaç oynamaktan bıkan çocuklar için bu kum yığını yeni bir oyun merkezi haline geliverdi. Kimi üzerine çıkarken ayakkabısını kumda kaybediyor, kimi çıplak ayakla tepesine çıkıp aşağı koşarken düşüp yuvarlanıyor ve bütün bunlar bir eğlenceye dönüşüyordu. Dedesi merhumun keyfe gelip “Benim torunum herif olacak diyerek ağzına tutuşturmasıyla küçük yaşta sigaraya müptela olmasından mütevellit ‘Caracı’ yani sigaracı lakabını alan Ali adeta kepçe makinası olmuş, kolunu kum yığının derinliklerine uzandırmaya çalışırken motor gibi sesler de çıkarıyordu. Kolunu omzuna kadar sokup avucuna topladığı son kumu asıldığında elinin hemen ardından yemyeşil bir sürüngen fırladı ki gözle kaş arasında kum yığınının ardındaki taşlara, oradan da bahçelere dalarak izini kaybettirdi. Yılan kadar uzun değildi, baş kısmı kuyruk bölgesine oranla daha genişti ve çok kıvrak bir şekilde akıp gitmişti. Hayret ve korku çığlıkları birbirine karışmış, büyükler çocukların ifadeleri doğrultusunda, ilginç yaratığı aramaya koyulmuştu. Dağ hayatının kıdemlileri bizim anlattıklarımızdan çıkarımlar yaparak “O, Horozabla’dır ve yılandan daha zehirlidir. Aman dikkatli olun” diye uyardılar. Bildiğimiz tavukgillerden bir horoz vardı ama bu sürüngene niye horoz üstelik de abla demişlerdi, bilmem!

Yıllar sonra bir gün Sait Ağa, geçen sene de hanımı Fatma abla arkalarında bu ve bunun gibi belki nice hatıralar bırakarak sonsuzluk âlemine gittiler. Şimdi evleri de gün sayıyor.