Güzel bir bahar sabahıydı.

Yüksek dağlardan gelen tertemiz rüzgârların, sabah erkenden annelerinin açtığı pencereden içeri girerek ciğerlerini doldurması, onların da güne çok güzel bir başlangıç yapacaklarının işareti gibiydi sanki. Masum ve tertemiz yüzlerinden alınan mesaj bundan başka ne olabilirdi ki?

Babalarının askerlik mesleği dolayısıyla ata diyarından ve onların doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzakta yaşamak zorundaydılar. Serkan, İlkokula Manisa Gördes’te başlamış, üçüncü sınıfa gelmeden, Assubay olan babasının tayini dolayısıyla çok sevdiği arkadaşları ve öğretmenini de geride bırakarak Siirt’in Pervari İlçesi’ne tayin olmuşlardı. Şivelerinde farklılık olsa da, henüz hayatın kirliliklerinin bulaşmadığı yüreklere sahip olan tertemiz kalpli yeni arkadaşlar edineceklerdi artık.

Zaten onlarla tanışmaları da uzun sürmedi. Zaman ilerledikçe samimeyetleri de artıyordu.

Onlarla oynuyor, onlarla gülüyor, yere düşüp dizleri acıyınca onlarla birlikte ağlıyorlardı. Onlar da kendisi gibi ana sevgisine, baba şefkatine muhtaçtılar. Ana ve babaları tarafından ilgilenilmediğinde, şu acımasız hayata tutunmaları, kendi geleceklerine yön vermeleri zor hatta imkânsızdı...

Televizyonlarda her gün seyrettikleri ve bir türlü anlam veremedikleri terör olaylarının "neden meydana geldiğini", "insanların niçin öldürüldüklerini" bir türlü anlayamıyorlardı. Hem öldüren hem de öldürülen o insanların kendileri gibi; çocukları, kardeşleri, anneleri, babaları, ablaları, dedeleri, arkadaşları yok muydu acaba? Oyuncakları yok muydu onların da? Acaba acımasızca adam öldüren bu insanlar da, zamanında öğretmenlerine sevgi ile bakan, onlara olan hayranlıklarını resimlerle, şiirlerle dile getiren birer çocuk değil miydiler?

Serkan’ın kardeşi Şeyda ile birlikte henüz uyurlarken, babası her sabah görevine gitmek üzere erkenden kalkar; tıraşını olur, üniformasını giyer, evden çıkmadan önce onların yanaklarına birer öpücük kondurur sonra da hanımına dönerek, “hanım hakkını helal et, gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var. Bunlar yine azıttılar. Her gün taciz ateşlerine, yol kesmelere muhatap oluyoruz. Bana bir şey olursa Serkan’ım ve Şeyda’m sana emanettir” diyerek ayrılırdı evinden. Hanımı da gerçekleri bildiği halde, bir gün kendilerine de sıranın gelebileceği endişesini sürekli olarak taşımakla birlikte; “hadi canım sende o nasıl söz, ağzından yel alsın. Vatanımızın ve çocuklarımızın bize sağlığımızda ihtiyaçları var. Bunları büyütüp evden uçurmadan hiç bir yere gidemezsin, gidemeyiz” diyerek, kocasının sözlerine sitemle ve buruk bir şekilde karşılık verirdi.

Bazen Serkan uyumadığı halde uyur numarası yapar, babasının giderken verdiği öpücüğünü beklerdi gizliden gizliye. Arada bir babasının kendisini öpmeden kapıya doğru yöneldiği olurdu. Bu defa da yorganı kafasından sıyırır; “baba hani görevini yapmadın, beni öpmeden nereye böyle? ” diye çıkışırdı.

Bir gece saat 00.03 ‘te telefonu çaldı. Görevli olduğu karakol baskına uğramıştı. Telefona cevap verirken gayet yavaş konuşuyor, çocuklarının; “baskın”, “çatışma”, “ölüm”, “terörist”, gibi tabirlerden uzak kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Eşi de telefona doğru eğilip, karşıdan gelen sesin neler söylediğini merakla dinlemeye uğraşıyordu.

Telefonu kapattı. Süratli bir şekilde üniformasını ve postallarını giyip bağcıklarını dahi bağlamadan, çocuklarının ve eşinin yüzüne bir öpücük bile konduramadan aceleyle çıktı dışarıya. Kendisini bekleyen araca atladığı gibi görev yerine ulaşmak üzere yola koyuldu. Araçta bulunan diğer personel de dâhil olmak üzere kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Gecenin bu vaktinde nereye gittiklerini, nelerle karşılaşabileceklerini düşünerek güvenlik merkezinin önüne vardılar. Karakolun yakın bir yerde olması silah seslerinin, bulundukları yere kadar ulaşmasını sağlıyordu. Gecenin sessizliğini yaran, kulakları sağır edercesine gelen bu sesler karakolda nelerin yaşanıyor olduğunun ipuçlarını veriyordu.

Gecenin karanlığı yavaş yavaş yerini aydınlığa bırakırken, yoğun bir şekilde devam eden silah sesleri de son buluyor, ortam tamamen sessizliğe bürünüyordu.

Ahmet Başçavuş ve yanındakiler de güvenlik merkezinin önünden olay mahalline gitmişler ve baskını gerçekleştiren teröristlerin peşine düşmüşlerdi.

Sabahın serin rüzgârlarının, annelerinin açtığı pencereden girerek Serkan’ın ve Şeyda’nın yüzünü yalayıp geçtiği bir sırada, kaçan teröristlerin arkasında iz süren Ahmet Başçavuş, teröristler tarafından bir çalılığın dibine yerleştirilmiş olan mayının patlamasıyla; her sabah yüzlerine bir öpücük kondurarak ayrıldığı evlatlarından ve eşinden bu defa ebediyen ayrıldığını nereden bilebilirdi ki?

Bu anlamsız terör, Serkan’ın ve Şeyda’nın yüzüne kondurulan birer öpücüğü bile çok görüyordu onlara. Yüksek dağlardan gelen tertemiz rüzgârların; sevgi, barış ve kardeşlik duygularını getirdiğini düşünüyorlardı hâlbuki. Bu rüzgârların dağlardan; barut seslerini, kan kokularını, iğrençlikleri, kin ve nefret duygularını getirebileceğini hiç düşünmüyorlardı oysa…

Serkan ve Şeyda, bundan böyle; sevgiyle, şefkatle, güzelliklerle uyanmayacaklardı artık dünyaya. Artık onlar; acıyla, öfkeyle, hayatın zorluklarından kaynaklı ıstıraplarla uyanacaklardı. Belki de, uykuyla bile araları açılacak, bahar güneşlerini, yüksek dağların tertemiz esintilerini yüreklerinden gelen güzelliklerle buluşturamayacak, bu acı içinde, her sabah babalarından aldıkları öpücüklü anılarla, analarının hayata gönderdiği boş bakışların gölgesinde büyüyeceklerdi.

“Babalar gününde”, babası olan çocukların yüzlerine kondurdukları öpücüklerin değerini bilerek devam edeceklerdi bundan sonraki hayatlarına.

Elveda Pervari, elveda yüksek dağlar.