2
Bütün ideolojiler ülke menfaatine hareket ettiğini savunurken sizce kim nerede hata yapıyordu?
Teorik olarak baktığımızda, evet bütün ideolojiler ülke menfaatini düşünür. Ama pratikte bu böyle olmuyor ne yazık ki. Uluslararası tekelci sermaye ya da emperyalizm her zaman kendine yerli işbirlikçiler buluyor. Eskiden emperyalizm bir ülkeyi fiilen işgal edip ekonomik ve siyasi sömürüsünü sürdürürken, bu gün aynı şeyi o ülkenin hükümetine ve hükümetin organlarına yaptırıyor. Aksi halde, fiilen işgal ülke halkının tepkisine neden oluyor. Ülkemizde bunun birçok örnekleri mevcut. En çarpıcı olanlardan birisi biliyorsunuz 6. Filo olayıdır.
Sağ ya da muhafazakar kesim daha çok bilgi ile değil, inançları ile hareket etmekteydi. Hamaset, vatan millet, bayrak inmez, ezan susmaz gibi söylemlerin çok etkisinde kalmaktaydılar. Ve sorgusuz biat etmekteydiler. Bu da onları kullanışlı hale getirmekteydi. Bernard Lewis’in “2000 Yıllık Ortadoğu Tarihi” adlı kitabında çok doğru bir tespit var. Diyor ki; “Ortadoğu kültürü; bize bunu kim yaptı, batı kültürü ise; biz nerede hata yaptık der”. Bizim muhafazakârlar tam da böyleydi. Sormaz, sorgulamaz, önder bildiği kişi ne derse ona inanırdı. Örneğin; bir zaman Alparslan Türkeş, Kürtlerin aslında Türk olduklarını, karda kart- kurt diye yürümelerinden dolayı Kürt dendiğini söylemişti. Sonuçta, Kürt konusunda geldiğimiz nokta ortada. Çok örnek var ama FETÖ’yü de örnek verebiliriz. Bir gün önce milyonlarca insan bütün uyarılara rağmen FETÖ’nün peşinden koşarken, bir gün sonra hepsi düşman oldu. Dün kutlu doğum haftası kutlayan binlerce insan şimdi neden kutlamıyor? Böyle bir şey nasıl olabilir. Sağın bu açmazdan, bu çıkmazdan kurtulması gerek. Onun için de bilgi sahibi olması gerek. Hurafelere olan inancının yarısı kadar gerçeklere inanmıyor. Ya hiç okumuyor, ya da tek taraflı okuyor. Fikir özgürlüğü ve insanların etnik kökenleri konusunda yeterli duyarlılığı gösteremiyorlar.
Solu, belki sosyal demokrat ve sosyalist sol diye ayırmak gerekiyor. Ama burada sağı ve solu böyle ayırıp analiz etmeye fırsatımız yok. Genel olarak diyebiliriz. Sol hemen her şeyde bilgi sahibi olduğunu zannediyor. Her ne kadar diyalektik ve materyalist felsefeden bahsetse de Ortadoğu kültüründen tam olarak kendini kurtaramıyor. Bu da dogmalara neden oluyor. Daha çok diğer ülkelerdeki sosyalist gelişmeleri, devrimci mücadeleleri örnek alıyor. Oysa somut koşulların somut tahlili diye bir kavram var. Solun bu çokbilmişliği ve karşıt güçlerin provokatör ve ajanları nedeniyle parçalara bölünüyor. Bu sorunu görse bile üstesinden gelemiyor. Ne zaman bir araya gelmeye çalışsalar, hatta belli ölçüde bunu başarsalar bile görünmez bir el bu durumu ortadan kaldırıyor. Devrim Köylerden mi kentlerden mi başlayacak, işçi mi köylü mü önder olacak, diktatörlük, oligarşi, revizyonizm, oportinizm tartışmalarını bitiremiyor. Ben solun içinde hiç bir zaman bir ajan ya da provokatörün eksik olmadığına ve onları sabote ettiğine inanıyorum.
Solun en önemli sorunlarından birisi de din konusudur. Dinci ile dindarı tam olarak ayırt edemiyor. Bu konudaki söylemleri çok eksik ve yetersiz kalıyor. Öyle ki bazı arkadaşlar Ramazan ayında içki içmeyi devrimcilik sanıyor. Karl Marks’ın din için söylediklerini bile tam bilmiyor. Herkes sadece “Din afyondur” dediğini zannediyor. Oysa Marks, hukuk konusunu tartışırken Hegel’le yazdığı mektupların birinde; “Din, içinde çekilen ıstırap, aynı zamanda gerçekte çekilen ıstırabın bir ifadesi ve gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din baskı altında ezilen yaratığın iç çekişidir, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur” demiştir. Zaten Marks özellikle din konusunda hiç yazı yazmamıştır. Solun ülkemizde her zaman İslâm inancının ve bunu istismar edenlerin olacağını kabullenmesi, daha doğrusu tam olarak hayata geçirmesi gerekiyor. Bizler din ve vicdan özgürlüğünü savunan insanlarız.
Olayların içinde kaldığınız, zarar gördüğünüz oldu mu?
Üç dört kez karakolda ve askeri kışlalarda kaldım. Sıkıyönetim zamanında gözaltı süresi 18 gündü. Bizi son güne kadar tutuyorlardı. Tabi oralarda da yaşadığımız ilginç olaylar oldu. Öğrenim özgürlüğünü engellemekten beş altı ay kadar tutuklu kaldım. 25 kişilik koğuşta Devrimci Yol grubu olarak 70 kişi kalıyorduk. Hapishanede sık sık olaylar oluyordu. Bizim görüş günümüzde Ülkücüler mutlaka olay çıkarıyor, görüşler iptal ediliyordu. Bu olayların birinde bir Ülkücü şişlenerek öldürülmüştü. Tabi iktidarda yine MC hükümeti vardı. Ben diğer arkadaşlarıma baktığımda, önemli bir zarar görmedim.
Hapishanede mutfak sorumlusuydum. Bir gün koğuşa iki kişinin kucağında bir deri bir kemik kalmış, her iki ayak tabanında altı yedi santim çapında derin yaralar olan arkadaşımız geldi. Israrlar sonucu hastaneye gönderilebildi. Dışarda birçok arkadaşım polisler ve ülkücüler tarafından öldürüldü. Tabi burada öldü, öldürüldü demek çok basit kalıyor. Hepsinin bir hikâyesi var oysa. O dönemde Ak Gençlik dediğimiz grup bir kenarda hiçbir şeye karışmıyordu. Kimse de onlara dokunmuyordu.
12 Eylül müdahalesini kaçınılmaz kılan olaylar silsilesi hakkındaki fikriniz nedir?
Yetmişli yıllarda devrimciler epey güçlenmişler, önemli mevziler elde etmişlerdi. Terzi Fikri olayı buna en güzel örnektir. Kaldığımız mahallelerde çok destek ve saygı görüyorduk. Bize sahip çıkıyorlardı. Tabi içlerinde muhbirlik yapanlarda vardı. Bize yemek veriyorlar, çocuklarını ders çalıştırmamız için eve gönderiyorlardı. Aşkımızı bile içimizde saklıyorduk. Nerdeyse her şeyi devrim sonrasına bırakıyorduk. Bu konuda gerçek bir olayı hikâyeleştirip yazmıştım bir dergide.
Devrim yapacağımıza yürekten inanıyorduk. Ama sürekli bir saldırı altındaydık. Hemen her gün üç-beş kişi öldürülüyordu. Artık tek tek öldürmeler yetmiyor, kahvehane taramalar, Maraş, Çorum, Bahçelievler gibi toplu katliamlar yapılıyordu. Sonra da Sivas, Başbağlar, Ankara Garı gibi benzer toplu katliamlar yapıldı maalesef. Biz daha çok işkencecilerden hesap sormaya çalışıyorduk. O yüzden adımız, “Asker polis öldürüyora” çıkmıştı.
Bize göre Ülkücüler komando kamplarında eğitiliyor ABD’nin tetikçisi olarak polisle işbirliği yapıp saldırıyordu. Nitekim kendilerine “Biz polisin yardımcısıyız” diyorlardı. Bunlarda elbette bir gerçek payı vardı. Her şey ABD’nin Yeşil Kuşak ya da Ilımlı İslâm projesine uyuyordu. Nitekim ABD büyükelçisi, sanıyorum Hupe olacak; sonraki bir yılda sol çok büyümüştü önünü kesmemiz gerekiyordu demişti.
Truman doktrini uygulamasında Türkiye’nin NATO’ya girme koşullarından birisi de okullara din dersi koymaktı. Yani Türkiye’nin ABD kontrolünden çıkma ihtimali vardı. Bunu ortadan kaldırmak gerekiyordu. Zaten Truman ve Marşal yardımlarının amacı da açık ve net olarak, (bu 20 ülkeyi kapsamaktaydı) ülkelerin Rusya ile işbirliğini bir bakıma komünizmi engellemekti.
Siz 12 Eylül müdahale gününü nasıl karşıladınız, sonrasında neler yaşadınız?
12 Eylül’de ben köydeydim. Sadece arkadaşlarla bir evde toplanıp kendimizce durum değerlendirmesi yaptık. Zaten tek dersim kalmıştı. Onu da bilâhare gidip verdim. Kitaplarımın bir kısmını annem daha önceden yakmış, bir kısmını da bir bavul içerisinde samanlığa saklamıştı.
12 Eylül öncesinde ve sonrasında gözaltı, tutuklama ve yargılanma gibi süreçler yaşadınız mı?
Hayır, böyle bir süreç yaşamadım. Ancak 1990 yılında bile Emniyet’ten pasaport alamadım. Uzun bir mücadele sonunda pasaportumu alabildim ama gideceğim yere de gidemedim.
12 Eylül sonrasında idamla sonuçlanan yargılamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yargılamalar için birçok şey söylenebilir. Ancak en trajikomik olanı, anayasayı tağyir tebdil ve ilga ederek darbe yapan bir güruhun, devrimcileri anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmek suçundan yargılamalarıdır.
Bugüne geldiğimizde; 12 Eylül öncesinde farklı fikirde olan ve hatta birbirine taş atan, kurşun sıkan bazı insanların arkadaşlıklarını görüyoruz. Sizin de farklı görüşte olduğunuz ama sonra iyi dostluklar kurduğunuz karşıt görüşlü arkadaşlarınız var mı?
Evet, hem de çok saygı duyduğum arkadaşlarım var. Hepsi de okumuş, kendini geliştirmiş arkadaşlar. Onlarla konuşmak tartışmak bana ayrı bir bilgi birikimi sağlamakta. Tek anlaşamadığımız nokta kendilerinin de haksızlığa uğradıklarını, işkence gördüklerini iddia etmeleri. Elbette bunun bir doğru tarafı var ama asla devrimcilere yapılanlarla kıyaslanamaz. İlginç olan ise bu arkadaşların eskiden olduğu kadar din konusunda hassas olmamaları. Hatta kendilerini deist veya ateist olarak ifade edenler var. Bunda Nihal Atsız’ın etkisi var mı hiç düşünmedim.
12 Eylül ne getirdi ne götürdü?
12 Eylül insanların depolitize olmasına neden oldu. Özellikle üniversite gençliğinin ülke sorunlarına olan o duyarlılığı kayboldu. Suya sabuna dokunmayan bir gençlik ortaya çıkmaya başladı. Diğer taraftan dinî argümanlar ön plana çıktı.
Bugün geçmişe dönüp baktığınızda dünü, bugünü ve yarını nasıl yorumluyorsunuz?
Burada söylediklerim sadece benim yaşadıklarım ve düşüncelerimdir. Belki bazı insanlar beğenmeyebilir. Ama ne yapayım ki böyleyken böyle oldu.
Son olarak şunu söylemek isterim. Bilmeliyiz ki ülkemizde ve hatta dünyada her zaman milliyetçi, dindar, dinsiz, devrimci, sosyal demokrat, liberal vs. düşüncede insanlar olacak. İster sosyalistler, ister dindarlar, milliyetçiler iktidara gelsin; bu farklılıklar her zaman olacak. O halde biz ayrışmanın, düşmanlığın, kin ve nefretin besleyeni olamayız. Beraber yaşamanın yollarını aramalıyız. Bunun içinde öncelikle birbirimizin varlığını kabul etmek zorundayız.
Empati kurmak zorundayız. Kendi sübjektif değerlerimizle başkalarını yargılayamayız. Dünyanın her yerinde; her milletin her inancın ya da inançsızlığın kabul ettiği ortaklaştığı değerleri taşımalıyız öncelikle. Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmeliyiz. Suçlama, itham etme kültürünü değil, tartışma ve empati kültürünü geliştirmeliyiz. Ki bunun da en iyi yöntemi bilgi sahibi olmaktır. Ben 66 yılın sonunda bunu öğrendim. Mustafa Hocam sana ve sabırla okuyanlara teşekkür ederim.