Konya’da, Ankara’da, İstanbul’da yahut bir Avrupa veya Amerika şehrinde, hatta Avustralya kıtasında ki bir camide Konyalı Hattat Hüseyin Öksüz’ün Hüsn-i Hat yazılarıyla karşılaşmak mümkündür. Ömrünü, Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerfileri Hat sanatına dönüştürmekle süsleyip bereketlendiren Hüseyin Hoca ile Işgalaman mahallesinde başlayıp İstanbul meclislerinde şekillenen hayatını konuştuk.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Babam Musikiye de aşina birisiydi. Biraz ney üfler, biraz ud çalardı. 1970’li yıllardan sonra şiir yazmaya da başladı. Dedemde de biraz şairlik vardı. Babam boş kaldığı zamanlarda kitap okurdu. Ben ilkokula giderken bizim evde Mevlâna’nın “Mesnevi”si, Sadi Şirazi’nin “Bostan ve Gülistan”ı, Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” vardı. Zamanla evimizde bir kütüphane meydana geldi. Dedem Esad Erbilî Hazretlerine intisaplıydı. Babam da Sami Efendi Hazretlerine intisap etmişti. Babam Sami Efendiyi birkaç defa İstanbul’dan arabasıyla Konya’ya getirdi. İşgalaman’dan sonra Güllükbaşı’nda oturduk. Böyle bir aile ortamında büyüdüm.
Anlaşılan, babanızın çok elit bir çevresi varmış.
Sami Efendi Şerafettin Camii’nin oradaki evimize geldi ve sohbet etti. Evimize Mehmet Şevket Eygi’nin geldiğini, Necip Fazıl’ın bizde kaldığını da biliyorum. Hatta Mehmet Şevket Eygi o günlerde Yeni İstiklal gazetesini çıkaracaktı. Konya’ya gelince babamın arkadaşlarıyla bizim evde toplandılar. Eygi gazete için yardım talep etti ve ondan sonra Yeni İstiklal gazetesi çıkmaya başladı. Ben o zaman üniversiteye yeni başlamıştım.
Büyük Doğu dergisi kapanmıştı. Necip Fazıl dergiyi yeniden çıkarabilmek ve halini arz etmek için Konya’ya gelmişti. Necip Fazıl’ın o toplantısı da bizim evde oldu. Toplantıya Fevzi Özçimi ağabey, Doktor Ali Kemal Belviranlı, Halil İbrahim Sayar gibi isimler katıldı. Onlar Necip Fazıl’a biraz yardım ettiler. Necip Fazıl da hepsine birer senet yazıp vermiş. Hatta yazdığı senet hâlâ bizim Hacı Babada (Halil İbrahim Sayar) durur. Bu tür toplantılar hep bizim evde olurdu.
Çocukluğunuz nasıl geçti, tahsil hayatınıza hangi okulda başladınız?
Biraz yetenekli olduğum için elim hiç durmazdı. Oyuncaklarımı kendim yapardım. Tommiks, Teksas kitapları okurduk. Sandık tahtalarını keserek, kitaplarda resmini gördüğüm toplu tabancalardan bir tane yaptım. Kürek sapından bir parça kesip ikiye şakladım ve tabancanın gövdesinin iki tarafına küçük çivilerle çaktım. Kabzasını da yaptıktan sonra toplu tabancayı çini mürekkebiyle siyaha boyadım. Bayağı tabancaya benzemişti.
Köprübaşı Karakolu’nun orada karakolun bekçisiyle karşılaştık. Tahta silahı çıkarıp “kıpırdama” dedim. Bekçi korkup ellerini yukarıya kaldırdı. Elimde tabancayla olduğum yerde döndükçe bekçi de etrafımda dönüyordu. Sonra tabancayı bekçiye uzatıp “Al bakalım” dedim. Tabancaya bakıp “Tövbe estağfurullah” çekti ve geri verip gitti.
Köprübaşı İlkokuluna 1950 yılında başladım. İlkokulda Mehmet Keçeciler ile aynı sınıftaydık. İlkokulu bitirdiğim gün elime karnemi alıp koşarak babama gidince, ortağı İbrahim Menekşe beni bisikletin arkasına oturtup İmam Hatip Okulunun karşısında Ermenilerden kalma eski bir binaya götürdü. Orada Kur’an Kursu vardı. Guli Hocayı daha önceden biliyordum. Üç yıl orada hafızlığa çalıştım.
Hafızlık bitince daha sonra İmam Hatip Okuluna başladım. İyi ki hem hafızlığa hem de İmam Hatip’e gitmişim. Hattatlığa çalışırken de, şimdi de çok faydasını gördüm.
İmam Hatip’in orta kısmında başarılı bir talebeydim ama resim ve musiki derslerinde daha çok başarılıydım. Hattatlığa henüz ilgim yoktu fakat resimleri güzel yapıyordum. Öğretmenler, bazı resimleri benim yaptığıma inanmayıp, “Hakikaten bunu sen mi yaptın?” diye sorarlardı.
İmam Hatip Okulunun orta kısmından Liseye geçince ben Üniversite okumaya karar verdim ve tastiknamemi alıp Gazi Lisesine müracaat ettim. Çünkü o yıllarda İmam Hatip mezunlarını üniversiteye almıyorlardı. Fakat Gazi Lisesinde kabul görmedik, kaydımı yamadıkları gibi terslediler. Bunun üzerine, Milli Eğitim Müdür Yardımcısına gittim; ne de olsa Ortaokuldan öğretmenimdi. Muradımı anlatınca o da azarlayıp “Sürü gibi geliyorsunuz, git okuluna” dedi.
Neticede babam bir formül bulup beni Ereğli Lisesine kaydettirmek için Ereğli’ye götürdü. Orada ısrarla fen bölümünü istedim, bir ay sonra da Gazi Lisesine nakledildim.
Üniversite sınavında o zaman altı tercih yapılabiliyordu. İstanbul Tıp Fakültesi, Ankara Tıp Fakültesi, Ankara Ziraat Fakültesi, İstanbul Hukuk Fakültesi ve İstanbul Eczacılık Fakültesini tercih ettim. Altı tercihimin beşi tuttu. Meselâ, İstanbul Tıp Fakültesi de tuttu ama tercihlere yazdığım halde sonradan gitmekten vazgeçtim. İstişareler neticesinde Eczacılık Fakültesine gitme kararı aldım. İki puanım eksik olduğu için sadece Eczacılık Fakültesine kayıt hakkı kazanamamıştım ve Özel Eczacılık Yüksekokuluna kaydoldum. O yıllarda bu statüde bir de Özel Mimarlık Fakülteleri vardı. Eczacılık ve mimarlık bölümleri özel sektör tarafından en çok açılan bölümlerdi.
İstanbul’da okumak, size tahsil hayatınızdan başka neler kazandırdı?
Arkadaşlarla toplanıp musiki kursuna giderdik. Nezih Uzel çocukluğundan itibaren Mevlevi bir aile ortamında yetişmiş bir insandı, onun grubuna devam ederdik. Senede birkaç defa konser verirdik. Samiha Ayverdi’nin grubunda ilahiler okurduk, Kubbealtı Konferanslarını takip ederdik. Meselâ Necip Fazıl’ın konferanslarına, Alaeddin Yavaşça’nın konserlerine giderdik. Birçok kişiyi İstanbul’da tanıdık.
İstanbul’u tanıyıp da orada kalmamayı nasıl başardınız?
İstanbul zor bir şehir olduğu için orada kalmayı hiç düşünmedim. Şimdi olsa yine İstanbul’da kalmam. Okulu bitirince hemen Konya’ya döndüm.
Aziziye Camii’nin bir dükkân gördüm, kiralayıp ilk eczaneyi orada açtım. On yıl eczacılık yaptım.
Hat sanatı ve musiki ile ilginiz nasıl başladı?
Zafer’de İdman Yurdu Lokalinin alt katında Konya Musiki Derneği kurulmuştu. Babam, Fevzi ağabey ve ben derneğe gittik. Orada ney üfleniyor, ud çalınıyordu. Bu enstrümanları ilk defa görüyordum. Musiki icrasını canlı olarak görünce adeta çarpıldım. Hele neyin sesi beni meftun etti. Genç bir delikanlı vardı, orada ayaküstü tanıştık. Selahaddin Hidayetoğlu idi. İstanbul’da Eczacılık Fakültesine başladığım zaman Teşvikiye’de, aynı mahallede oturuyorduk, evlerimiz de birbirine çok yakındı. Selahaddin’in evinde neyler vardı. “Ben de üfleyebilir miyim?” dedim. Neyin bir tanesini bana verdi. Böylelikle ney üflemeye başladım.
Yaz tatillerini Konya’da geçirirken Selahaddin ile çay bahçesinde buluşup hat çalışmaya başladık. İlk olarak Rika yazmaya başladık. Benim neyde ve hattatlıkta ilk hocam Selahattin Hidayetoğlu’dur.
İstanbul’a gidişimizin ikinci yılında Konyalı talebeler olarak bazı arkadaşların evlerinde toplanıyorduk. Bir ara Zeytinburnu’nda bir arkadaşın evinde toplandık. O evde sehpanın üzerinde kâğıt ve kamış kalemleri görünce kimin olduğunu merak ettim. Hüseyin Kutlu da oradaydı. “Kalemler benim ağabey, Hamid Aytaç’tan hat çalışıyorum” dedi. Hocanın ismini ilk defa duymuştum ama içime bir sevinç düştü. “Ben de gelsem acaba kabul eder mi?” diye sordum. “Eder” dedi. Cumartesi günü birlikte hocanın yanına gittik. Hüseyin, benim Eczacılık bölümünde okuduğumu söyleyince Hamid Hoca “Maşallah” deyip bir kâğıt çekti ve bana ilk Rabbi Yessir’i yazdığında 1968 yılıydı.
Üniversiteyi bitirince Konya’ya dönerken Hamid Hoca “Aman yazıyı bırakma” diye tembihledi ve yazdıklarımı mektupla kendisine yollamamı istedi. Hocaya talebeliğim on iki seneye yakın devam etti. İcazet alıncaya kadar bu şekilde sürdürdük.
Uğur Derman Hoca ile nasıl tanışıp talebesi oldunuz?
Hat sanatında ikinci hocam olan Uğur Derman’ın yanına da Hüseyin Kutlu ile birlikte gittik. Talik yazıyı uzun seneler onda çalışıp icazet aldım. Uğur Derman Hocaya da yaklaşık otuz sene talebelik ettim. Uğur Hoca çok zor beğenirdi. Tabii mektupla çalıştım, araya askerlik girince derslere ara verdim. Bu sebeple Uğur Derman’dan icazet almam epey sürdü. Ve Uğur Derman Hocanın bugüne kadar icazet verdiği tek talebesi ben oldum.
Türkiye’de hat sanatının bugünkü hâle gelmesinde Uğur Derman’ın çok katkısı vardır. Hat sanatının Türkiye’de yeniden neşv-ü nema bulmasında Uğur Bey’in ve Hamid Aytaç Hocanın çok emeği oldu. Hamid Hocanın yetiştirdiği talebeler bu işi ilerlettiler. Sergilere iştirak edenlerin çoğu Hamid Hocanın talebeleri veya talebelerinin talebeleridir.
Eserlerinizde Konevi mahlası kullanıyorsunuz. Siz mi seçtiniz yoksa tavsiye eden mi oldu?
Bu hususu biraz tahsilatı anlatayım. Meşhur âlim Ali Ulvi Kurucu ağabeyi çocukluğumdan beri tanırım. Konya’dan Arabistan’a gittikten sonra, 1962 yılında ilk defa Konya’ya geldi. Sonra yıllarda da gelmeye devam etti. Ali Ulvi ağabey Konya’da bulunduğu zamanlarda, yanına gider sohbetlerini dinlerdim. Âlim, bilgili, zeki ve şairdi. Zamanın Mehmet Akif’iydi diyebilirim. Şiirden anlayan kişiler de böyle söyler.
Ali Ulvi ağabeyler üç kardeşti. Mehmet ve Ziya ağabeyler kardeşiydi.
Ziya Medine’de yaşardı ve Meram’da da evi vardı. Hat sanatına âşık birisidir. Çok güzel yazıları var.
İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde (IRCICA) hâlen iki yılda bir uluslararası hat yarışması yapılır. Aşağı yukarı ilk on müsabakaya kadar Ziya ağabey bu yarışmaların jüri başkanıydı. Ekmelettin İhsanoğlu Ziya ağabeyi çok tutardı. Çünkü hafızası çok kuvvetli olduğundan yazıların kime ait olduğunu bilirdi. Mesela K harfini hangi hattatın nasıl yazdığını iyi bilirdi. Uzun yıllardan beri hat sanatıyla ilgilendiği için özellikle eski hattatları çok iyi tanır. 1962 yılından sonra Türkiye’ye gelince Hamid Hocanın yanından ayrılmamış. Her fırsatta Hamid Hocayı ziyaret etmiş. Ziya ağabey onlardan çok istifade etmiş. Ziya ağabeyin hâlen Medine’de çok zengin bir koleksiyonu var.
Ekmelettin İhsanoğlu, Mısır’da bulundukları dönemde Ziya ve Ali Ulvi ağabey ile birlikte olmuşlar. Ekmelettin Bey’in babası Yozgatlı İhsan Efendi’dir. Ekmelettin Bey, Mısır’da doğmuş ve 25 yaşına kadar orada kalmış. Türkiye’ye kimya doçenti olarak geldikten sonra Ankara Kimya Fakültesinin kurucusu olmuş. İslam Konferansı Teşkilatı kurulunca da IRCICA’nın başına getirildi. O da hat sanatını severdi. İki yılda bir dünya çapında yarışmalar düzenleyerek, hat sanatının gelişmesinde muazzam rol oynadı.
Bu yarışmaları Ekmelettin Bey yaptı. Yarışmalar uluslararası olduğu için çok farklı ülkelerden hattatlar da katıldı. Tabii bu çalışmalar neticesinde Türk hat sanatı da yeniden canlandı. Bu yarışmalarda Türk hattatları çeşitli dereceler aldılar.
Gelelim Konevi mahlasına… Türkiye’de benim bildiğim tanınan üç tane Hattat Hüseyin var. Belki şimdi bu sayı daha da artmıştır. Bunlardan birisi Hüseyin Kutlu, birisi Hüseyin Gündüz, biri de benim. İkisi de imzalarını Hüseyin diye attıkları için birbirine karışıyor. Biz biliyoruz da okuyucular hangi Hüseyin olduğunu bilemeyebilir.
Benim için Konevî ismini Ali Ulvi Kurucu’nun kardeşi Ziya Kurucu buldu. “Senin mahlasın Konevî olsun” dedi ve bana bir imza örneği yazdı. O günden beri aynı imzayı kullanıyorum. “Konevî” Konyalı demektir. İmza olarak Hüseyin yazsam da yanına mutlaka Konevî’yi de yazıyorum. Bazen de sadece Konevî yazıyorum. Hiçbir zaman Konevî ibaresi olmayan imza atmam. Devamı Perşembe Günü