Toplum olarak öyle bir yapı haline geldik ki bırakın çevremizi kendimizi unuttuk. Durduğumuz, olduğumuz yere bakmadan bir uykunun içinde yaşamaya çalışıyoruz. Faniliğimizi unutarak, haşa ölümsüzüz edasıyla hayatımızı idame ediyoruz.

Hayatımızı idame ettirirken kimimiz nereden gelip nereye gittiğini bilmeden;

Böbürleniyor,

Küstahlaşıyor,

Kubuzlaşıyor,

Çakallaşıyor,

Tilkileşiyor,

Kimimiz, nereden gelip nereye gideceğini bildiğinden;

Mütevaziliği,

Cömertliği,

iyiliği,

insanlığı elden bırakmıyor.

Kimimiz hayatı umursamadan;

Varla yok arasında yaşıyor. Ben kimim? Niçin yaşıyorum? Vatanım benim için ne ifade ediyor? Milli ve manevi değerler nedir? Bu ülkeye nasıl daha iyi hizmet ederim?... sorularından çok uzak. Yaşarken nefsinin muhasebesini yapmıyor. Kıyamet kopsa umurunda değil...

Bu yapıyı kollara ayrılmış bir kanalizasyona benzetebiliriz. Kanalizasyonun birinin içinde entrikalar, ihtiraslar, ayak oyunları, dalkavukluklar, yalakalıklar, yalanlar... akıyor. Kanalizasyonun ucu ise tüm pisliklerin birleştiği foseptik çukur... Kanalizasyonun birinde güzelliklerin akıyor ve bu güzellikler gülsuyu çukurunda birleşiyor... Kanalizasyonun değeri ise akmıyor. İnsan olduklarını unutanlar, hayatı anlayamayanlar tıkıyorlar kanalizasyonu...

İşte böyle bir hayat içinde şu 3 kıssadan hisse belki biraz tebessüm içinde düşünmemize vesile olur.

SALTANATINA SAKIN GÜVENME

Halife Harun Reşid , Bağdat kırlarında çevresiyle birlikte  geziye çıktığı sırada ağaç altında uyuyan bir adamı görür ve  yanındakilere: Şu Adamı uyandırın , otların arasında çıkan bir yılan onu sokup öldürebilir der.

Hemen uyandırılan adam bakar ki karşısında Harun Reşid var.  Sultanım neden uyandırdınız beni der. Rüyamda padişah olarak seçilmiştim tahtımda oturmuş  çevreme ne güzel emirler veriyor, hizmetçileri koşuşturuyordum diye söylenir.

Harun Reşid rüyada padişah olan adama gülerek Efendi uykudaki padişahlıktan ne olur ki işte böyle gözlerini açınca padişahlık falan kalmaz , yok olur gider. Adam cevap verir: Sultanım padişahlığım gözümü açınca yok olup gitti, seninki de gözünü kapayınca yok olup gidecek aramızda büyük bir fark mı var sanki?

Bu cevap karşısında düşünmeye başlayan Halife Efendi der aslında uykuda olan sen değil benmişim de haberim yokmuş, ben seni yılandan kurtarmak için uyandırmıştım sen de beni saltanat gafletinden kurtarmak için uyarmış oldun. Bundan sonra her fırsatta tekrar ettiği söz hep aynı olmuş. Ey Harun gözünü kapayınca yok olacak saltanatına sakın güvenme...

DELİNİN VELİYE NASİHATİ

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp:

— Ne yapıyorsun? diye sordu. Hizmetçi:

— Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum, dedi. Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri:

— Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin? dedi. Hizmetçi hastalığının ne olduğunu sordu. Beyazıd Hazretleri:

— Benim hastalığım günah hastalığı. Çok günah işliyorum, dedi. Hizmetçi:

— Ben günah hastalığından anlamam. Ben delilere ilâç hazırlıyorum, diye cevap verdi.

Tam bu sırada tımarhane parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli, (!) Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerine:

— Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.

Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri, delinin yanına sokularak:

— Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi. Deli (!) şu ilâcı tavsiye etti:

— Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır. Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir. Akşam - sabah bol miktarda ye. O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.

Bu güzel ilâcı öğrenen Beyazıd Hazretleri:

— Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.

Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir...

KAYBETTİKLERİMİZ

Bir gün insan "virgül"ü kaybetti, o zaman zor ve uzun cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleşince, düşünceleri de basitleşti.

Bir başka gün ise "ünlem" işaretini kaybetti. Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor, ne de bir şeye seviniyordu. Hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.

Bir süre sonra da "soru işaretini" kaybetti ve artık soru sormaz oldu. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kâinat, ne dünya ne kendisi umurundaydı.

Birkaç sene sonra "iki nokta üst üste" işaretini kaybetti ve davranış nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.

Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız “tırnak işaretleri" kalmıştı. Kendine has tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.

Sıra “nokta”ya geldiğinde düşünmeyi ve okumayı unutmuş vaziyetteydi. (A. KANEVSKY)