Zaman algısı insanın hayatla, diğer insanlarla, hatta Tanrı ile ilişkisini de değiştirir. Milattan önce ve sonra yerine, saatten önce ve sonra desek, kim bilir belki de daha anlamlı bir değişimden söz etmiş oluruz.

***

Sadece eserlerini incelediğinizde, “Müslümanlıkla ilişkisi neredeyse burada değineceğimiz tek bir yazıdır” diyebileceğiniz Ahmet Haşim, bu söylediklerimizi herhalde en iyi anlamış kişidir.

Bugün, emek harcamadan sıramı savmak için değil, sadece ve sadece bu konuda daha iyisini yazamayacağımı bildiğim için, izninizle sütunumda Ahmet Haşim'i misafir edeceğim.  

İşte, anlaşılmasını kolaylaştıracak ufak tefek dil müdahaleleriyle, “Müslüman Saati” başlığını taşıyan o yazı!

***   

İstanbul'u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en etkilisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu.

“Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve gelenekten hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ışıkları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Aydınlıkta başlayıp aydınlıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman'ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kutsi saatiydi.

Alafranga saatin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden düzenlediler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir deprem gibi, zaman manzaralarını etrafımızda alt üst ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi. Bu Müslüman'ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür.

Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o etkili ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı.

Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o akıllara hayret veren mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.

Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.

Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

***

Bakmayın siz buna benzer söylemleri sık sık gündeme getirenlerin Sünni, Türk, milliyetçi ve dindar çevreler olduklarına, Haşim'in yazdıkları bu toprakların çocuğu olan herkesin içini acıtmıştır. Sadece Müslümanların değil Ortodoks Ermenilerin de, sadece Sünnilerin değil Alevilerin de, sadece Türklerin değil Kürtlerin de!

İşin daha acısını söyleyeyim mi ben size: Haşim'in 1921'de yazdığı bu yazıda ortaya koyduğu vukûfu ve hassasiyeti bütün Cumhuriyet tarihi boyunca ortaya koyabilmiş tek bir kalem ve fikir erbabı çıkmamıştır; onca büyük ve cafcaflı sözlerine rağmen ne milliyetçi-muhafazakâr camiadan, ne de İslamcı camiadan. 

***