Özlediğim o kadar çok şey var ki... Mesela çocukluğumda giydiğim, dizleri yamalı pantolonlarımı özledim. Sırf, içindeki insanın saf duygularından dolayı... Altı delik, lastik ayakkabılarımı özledim. Onlarla yürürken çöğür battığında kanayan ayaklarımın yarası yine yaradan sızan kanla kendi kendine tedavi olurdu. O kan tertemiz, saf bir kandı. Bedenimi ve ruhumu yansıtıyordu zira. Günümüzde kanımızda bile egzoz gazları dolaşıyor maalesef.

Komşumuzun yeni yaptığı evin damına toprak atmak için köydeki bütün gençlerin;  kazmalarını, küreklerini omuzladığı gibi yardıma koşmalarını özledim. O evlerin huzuru ve mutluluğu tüm köy sakinlerinin alın terleriyle karılırdı. O gençler, “yaptıkları bu iyiliğin bir karşılığı olsun” diye özel olarak bir beklenti içinde olmazlardı. Sadece komşusunun sıkıntılarını paylaşmaktı kaygıları ve arzuları... Zaten başka bir gün, kendilerinin yetişemediği bir iş zuhur ettiğinde aynı şekilde diğer komşularının mutlaka koşup geleceklerini bilirdi onlar. Böyle bir kültürün ahfadıydı hepsi. 

Çocukluğumda bir gün doğduğum köyde herkesin sahip olduğu koyun ve keçilerin körpelerini gütmeye gidiyordum. Önümde yirmi beş otuz civarında oğlak ve kuzu vardı. Komşumuzun birisi çekine çekine yanıma geldi. Onun da önün de aynı sayıya yakın oğlak ve kuzusu vardı. “Dağda ekininin kaldığını ve onu biçmeye gideceğini, kuzularını gütmeye zamanının da adamının da bulunmadığını ve kendi körpelerini güdüp güdemeyeceğimi” sordu.  Zaten köyde herkes herkesin imkânlarını da işlerini de bilirlerdi. Hiç itiraz etmeden kendi kuzularımla karıştırıp onun bu dar zamanını genişletmek istedim ve o gün ona bu şekilde yardımcı oldum.  Henüz sekiz on yaşlarında bir çocuktum. Böyle bir yardım etme ahlakı ile yetiştirilirdik bizler. O amcamız, ölünceye kadar beni ne zaman görse bu hikâyeyi anlatırdı hep. Düşünebiliyor musunuz, ona göre nasıl bir iyilik yapmışım ki üzerinden elli sene geçse de bunu hiç unutmamış ve yüreğinden gelen sözleri, duaları benim üzerime göndermek için çaba gösteriyor...

Babam bir kaza sonucu yaralanmıştı. O zamanlarda köyde traktör de dahil olmak üzere hiçbir vasıta yoktu. Babamın doktora götürülmesi gerekiyordu. Nahiyemiz bize yedi kilometre uzaklıktaydı. Oraya kadar insan gücü ile yaya olarak götürülmesi gerekiyordu. Köylüler ağaçtan yapılmış bir merdiven buldular. Onun üzerine kilim, minder gibi malzemelerle yatak yaptılar. Babamı üzerine yatırıp düşmesin diye iple bağladılar. Merdiveni sal şekline getirip omuzlarına aldılar. Çok kalabalıktılar. Sıra ile dörder kişi belli aralıklarla babamı yedi kilometre uzaklıktaki nahiyemize taşıyıp, nahiyenin otobüsüne yetiştirip oradan doktora götürdüler. Babamdan tam dört gün boyunca haber alamamıştık.  Zira hiçbir ulaşım ve haberleşme vasıtası yoktu. Çok değil 1970’li yılların başından söz ediyorum. Dört gün sonra babam iyileşip döndü köye. O çocuksu duygularımı yazıp sizlere aktarabilecek bir ifadeyi hala bulamıyorum. Ben de o köylülerimin hepsine dualar ediyorum, bu olay her aklıma geldikçe...

O tarihlerde birileri birilerine yardım edeceği zaman kimse kimsenin siyasi görüşünü sormazdı. Hangi partiden olup olmadığına bakmazdı. Şimdilerde moda oldu neredeyse. “ O tarihlerdeki siyasetçilerin ne kadar da naif insanlar olduğuna ve politika yaparken bile birbirlerine nezaketle mukabele ettiklerine” dair sözler dolaşıyor her yerde her ortamda. Bilmem siyasetçiler öyle miydi ama o zamanki halk eminim ki öyleydi. O zamanki insanlar, ağzı bozuk siyasetçilere prim vermezlerdi hiç. Şimdikilerin ağzı bozuksa, küfür ve hakaret ediyorlarsa eğer birbirlerine, emin olun ki onlara alkış tutan bizlerdedir kabahat.  Zira sevmediğimiz insana küfür eden liderimizi yere göğe sığdıramıyor, “oh olsun!” çekiyor ve alkış yağmuruna tutuyoruz onu.  Sizce kimdir bu küfürlerin sahibi ve sebebi?

“Siyaset ahlâkı” denilen bir olgu vardı eski zamanlarda... O zamanlarda halk çok hassas çok arı çok duygulu idi. Kendisini menfaatlerine esir etmemişlerdi henüz.

Şimdilerde yapılan siyasi dedikodular, çekişmeler, çekiştirmeler, ayrıştırmalar, ukalalıklar, “benim dediğim kanundur, sen de kim oluyorsun?” yaklaşımında bütün insanlar... Artık, bir insanın iyiliğini ölçme aracı olmuş siyasi yönü... İnsanlığının, ahlâkının, ferasetinin, izanının, vicdan ve merhametinin hiçbir değeri yok. Falanca partidense; ya “adamın dibidir” ya da “hınzırın teki...”

Onun düşüncelerine göre; “Ayetler bile değişir ama kendi bildiği asla değişmez.” Kendisi ne söylüyorsa, kural da odur, hayatın prensipleri de odur, insana ait değerlerin özeti de odur... Tuttuğu partinin siyasi logosun tapıyor neredeyse. Siyasi liderine ilah muamelesi yapıyor... Dedim ya inandığı dinin prensiplerinin değişmesini savunup bu konuda sonuna kadar “demokratik(!) bir yaklaşım” içindeyken, kendisinin “tapındığı” siyasi partinin düşüncelerine asla söz ettirmemeye ant içmiş. Kendi düşüncesinin dışında bir cümle kurulmasına katiyetle müsamahakâr değil. Kendisine hitap etmeyen sözleri söyleyen kim olursa olsun ona diş biliyor, ona karşı burnundan soluyor, şah damarları patlayacak gibi oluyor neredeyse.

Sorsanız; demokrasinin özünü kendi nüvesi oluşturuyor. Mangaldaki küllerin hepsini silmiş süpürmüş, ekmek arası yapıp löp löp yemiş yunmuş da hala doygun değil. Kendi gibi düşünmeyenin ümüğünü sıkıp çöp kutusuna atsa bile öfkesinden sıyrılamayacak...

Nerde bizim hasletlerimiz? Nerde bizim sevdalarımız? Nerde bizim yardımseverliğimiz? Nerde bizim güler yüzümüz? Nerde bizim o kocaman yüreklerimiz? Nerde bizim okumalarımız, yazmalarımız?

Nerde bizim insanlığımız?

Halbuki hiçbir şey olmasak da, sadece insan olsak bile bu dünya yeniden huzura, yeniden mutluluğa, yeniden tertemiz bir çocuk yüreğine kavuşacak.  Ama anlaşılıyor ki zamane insanı, insanlıktan değil de kin ve nefretten, malayani şeylerden mesut ve mutlu oluyor sanki...

Hayırlı olsun(!)