Başımıza musallat edilen bölücü terör örgütü ile amansız bir mücadele içinde olan güvenlik güçlerimiz; her gün birer, ikişer, üçer, beşer ve daha fazla can kaybı yaşıyor, şehit oluyorlardı. Mücadele zordu. Mülki amirler, komutanlar, emniyet müdürleri gecelerini gündüzlerine katarak bölücü örgütü tehdit olmaktan neredeyse çıkardılar. Asker ve polis Mehmetçikler tam bir dayanışma  ve güç birliği içine girdiler. Gece, gündüz art arda gelen şehit haberleri ciğerlerimizi dağlıyordu, elde edilen başarıyı gözyaşlarımıza katıp teselli bulmaya çalışıyorduk. Terörle mücadele ilk defa başarılacaktı. Terörün acımasızlığına son verilecekti. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları sık sık çatışma mahallerine gidiyorlardı. Diyanet İşleri Başkanı, Başbakan, Bakanlar, Cumhurbaşkanı askeri erkanla bölgeye ani gidişlerde bulunuyorlardı. Hepimiz, terörle mücadeleye kilitlenmiştik. 

Mete Yarar da, gözü kara arkadaşlarıyla sık sık bölgeye gidiyordu. Görüp yaşadıklarını, “Bu Delileri Bir Araya Getirmeyecektiniz” ismiyle kitaplaştırdı. Kitap, PÖH'ler ve JÖH'ler için yazılmıştı.  Mete Yarar kitabı için şunları yazdı: “Tabii, bu operasyonların başlangıcıydı. Operasyonlar büyüdükçe PÖH'ler ve JÖH'lerin yanına Özel Kuvvetler, komando birlikleri, SAT'lar, SAS'lar, tank birlikleri, topçular eklendi. Hava Kuvvetleri de şehir operasyonları haricindeki diğer bütün operasyonlarda aktif olarak yer aldı. Onlar “İki deli bir araya gelmemeliydik” demişlerdi. Biz, bu kadar vatan sevdalısı delinin bir araya geldiği kitaba ismini uygun gördük.”

Ulu ve dualı Türk Milleti; asker ve polis Mehmetçikleriyle gurur duyuyordu, şehitlerini görülmemiş kalabalıklarla son yolculuklarına uğurluyordu, ordusuna ve emniyetine olan güveni ve sevgisi zirvelere tırmanıyordu! Bütün bu büyük güven ve sevgi dalgası, 15 Temmuz 2016 Cuma gecesi yaşanan cinnet sonucu, milletimizi tam bir ağır hayal kırıklığına uğrattı. Dış tezgahlı hainler yaptılar yapacaklarını!

Geçen yüzyılın başında batımızda yaşadığımız Çanakkale'yi, bu yüzyılın başında doğumuzda yaşıyorduk. Terör adı altında dünden kalan düşmanların saldırısı altındaydık.

Bu güzel gidişe rağmen bir yurttaş olarak korku ve endişelerim vardı. Birincisi hava operasyonları yapan uçaklarımıza “dost ve müttefik” denen, son yıllarda da “koalisyon güçleri”(ne demekse)denen güçlerce saldırı yapılmasından büyük endişe duyuyordum. Çünkü ilk kez sınırımız dışındaki terör yuvalarını herhangi bir güç ve devletten izin almadan, uçaklarımız habersiz bombalıyor, çok şükür sağ-salim üslerine dönüyorlardı. 

İkinci endişem de devlete, hükümete, millete, Genelkurmay'a, birlik ve beraberliğimize, terörle iyi giden mücadeleye rağmen bir darbenin olacağıydı. Hiç istihbarata, şuna, buna gerek yoktu. Göz göre göre geldi bu cinnetli darbe girişimi. Akşam, Sabah, Takvim, Star, Yeni Şafak, Yeni Akit gazetelerinden birini düzenli olarak okumak yeterliydi. Bu andığım gazeteler gerek verdikleri haberlerle ve gerekse yazarlarının yazdıkları yazılarla darbenin olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu duyurdular. Bu düşüncelerimi gazetem Konya Yenigün'e yazmayı düşündüm, ama geç kaldım. Genelkurmay'a hitaben de: “Sayın komutanlarım, ordudaki her rütbeden komutanlarla gruplar halinde toplantılar yapmanız, orduyu avucunuza almanız zaruret arzetmektedir. Ordu, millet, devlet sevgisi ve gücü zirvedeyken istenmeyen aleyhimize bir durum yaşanmamalı. “ mealinde cümleler yazacaktım. Ne yazık ki, artık çok geç!.. İş işten geçti; hem de çok berbat, çok zalimce geçti!.. Yazık oldu!.. Şimdi kışlada hüzün var, karakolda hüzün var, evlerimizde, camilerimizde, yüreğimizde hüzün var. “Kara gün”ü biliyorduk, yaşamıştık da; “kara gece”yi bilmiyorduk, onu da çok acı bir şekilde yaşadık. “Kara gün” Süleyman Nafiz'in, İstanbul'u işgal eden Fransız işgal kuvvetlerine karşı yazılmış bir yazısıdır.

Bu zor günlere bir günde gelmedik. Demokrasimiz yüksek standartlara ne yazık ki erişemedi. Zaman gazetesinin aboneli de olsa bir milyonu aşan satışı hemen her siyasetçinin oy iştahını kabartıyordu. Bu gazeteyi olsun ve abone ile alınan başka gazeteler olsun alınıyordu ama okunmuyordu. Çünkü abonelerin çoğu hatır için, baskıdan veya korkudan abone oluyorlardı. Satış rakamı her geçen gün artıyordu. Çalıştığım kurumlarda şahsımı da abone etmek isteyenler oldu, üye olduğum sendikayı değiştirmemi isteyenler oldu; ne abone oldum ne de sendikamı değiştirdim. 

Bizde her işimiz gittiği yere kadar gider, olmayacak işlere göz yumulur, günü kurtarma asıl işimiz olur, bela kapıya dayanmadan da belayı savmak aklımıza gelmez. Bunu da Mehmet Ocaktan yazdı: “Bela kapımıza dayanmadan uyanamıyoruz.15 Temmuz'da Pensilvanya çapulcularının bütün Türkiye'ye yaşattığı kabus gecesi gösterdi ki, bu adamların hiç şakası yok. Çünkü aklı ve mantığı yok. O zat bu çetelerin beynine nasıl bir mistik zehir zerkettiyse, bu zehirli şakirtler adeta bir şarhoşluk içinde sivillere rastgele ateş açabiliyor, demokrasinin kalbi olan parlamentoyu bombalayabiliyorlar. Evet darbe bir insanlık suçudur, cuntacılar da acımasızdır. Ancak sonuç itibariyle darbecilerin birincil hedefi siyasi iktidarlardır. Dolayısıyla Cuma gecesi afyon yutmuş Haşhaşilere bu cuntacıların sergilediği görüntüler, Fransa'da kamyonla insanları biçen IŞİD manyaklarına benziyor. Yaklaşık üç yıldır devletin içine sızan bu Haşhaşi çetelere karşı aktif bir mücadele yürütülüyor. Ancak nedense bela kapımıza dayanmadan esasa ilişkin bitirici hamleyi bir türlü yapamıyoruz.”(Karar Gaz. 18.07.2016 Pazartesi )

Mahir Kaynak da bir yazısında: “Yabancı istihbarat elemanlarının Türkiye üzerinde kurdukları tuzakları boşa çıkarmayı başaramadık.” mealindeki cümleye bir yazısında yer vermişti.

Şimdi milli aydınlarımız, darbe girişiminin dış destekli olduğunu yazıyorlar. Darbenin devlet ve milletle elele verilerek akamete uğratılmasından da çok rahatsızlar. “İç savaş” kışkırtıcılığı yapıyorlar. Sadece bunu yapmıyorlar, ekonomiye tezgah kuruyorlar. Bunu da  Güneri Cıvaoğlu, “Ekonomiye dış tezgâh” başlığı ile (Milliyet, 23.07.2016) yazdı. Allah fırsat vermesin; ulu ve dualı Türk Milleti birliğini bozmasın, bir sonraki adımları da işgal girişimi olacak, bunu görmemek için kör olmak lazım. Bunu görmek ve net olarak anlamak için de İbrahim Karagül'ün hiç değilse 16, 17, 19, 21 ve 23 temmuz 2016 tarihlerinde yazdığı yazılarını okumak lazım.

Yaraların çok hızlı sarılması gerekmektedir. Ordunun hızla moral açıdan desteklenmesi, savaş gücünün daha da yükseltilmesi, gücünden bir şey kaybetmediğinin dosta, düşmana gösterilmesi bekamız için zarurettir ve aciliyettir. Adaletten şaşmayacağız. “Meşhur kıssadır, Horasan Valisi Abdullah bin Tahir'in “hırsız” diye hapse attığı kişiler arasında masum bir esnaf varmış. Rüyasında sürekli tahtının ters çevrildiğini gören Vali araştırmış ve hücresinde sürekli namaz kılıp dua eden bu masum kişiyi tespit ederek huzuruna çağırmış. Yakaladıkları hırsızlardan birini kaçıran askerlerin, bildirdikleri sayıyı tamamlamak için bu gariban demirciyi de alıp getirdiklerini anlayınca özür dilemiş, ihsanlarda bulunup gönlünü almış ve uğurlarken de “Bir arzun olursa bana gel” demiş. Demirci, “Hakkımı helal ettim, hediyelerini de kabul ettim. Ama benim gibi bir fakir için senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa ters çeviren asıl sahibimi bırakıp sana gelmem” demiş. Ne pahasına olursa olsun bu ülke bu zalimlerden kurtarılmalıdır. Ama asıl hainleri kaçırıp masumları cezalandırmaktan da kaçınmalıdır.” Bu satırlar da Nuh ALBAYRAK'a  aittir. (Star Gaz. “AK Parti dahil hiçbir yerde FETÖ'cü bırakmayın, ama mazlum ahı da almayın...” 23 Temmuz 2016 Cumartesi)

Türk'ün ateşle imtihanı yaşanıyor yeniden! Allah; yar ve yardımcımız olsun!

Selam, sevgi ve hürmetlerimle efendim!