Sultan Abdülhamid'in hususi cerrahlığına tayinimden birkaç sene sonraydı. Bir gün zat-ı şahaneleri beni çağırmıştı. Mutad karşılama ve selamlaşma merasimini müteakip söz İngiliz bir müellifin şarktaki saray hayatı mevzuundaki romanına, oradan da memleketimize yeni gelen fotoğrafçılık zanaatine geldi. 

Padişah umumiyetle yaptığı gibi aniden mevzuyu değiştirdi. 

"Yahu doktor, bizim kadınefendinin sırtında bir yara çıktı. Zavallıya çok ıztırap veriyor. Aristidis Paşa'ya danışmışlar, "ehemmiyetsiz bir çıban, lapa koyun geçer" demiş. Lapa konuldu konulmasına lakin hayırlı bir netice istihsal edilemedi. Sen ne tavsiye edersin ?" 

Zat-ı şahanelerinin suali tevcih tarzındaki "konsültasyon" yapan bir doktor edasına bozulmuştum hakikatte amma 

"Efendimiz, irade ve müsade buyurursanız Harem-i Hümayuna geçip devletlu sultanı muayene edeyim" dedim. 

Padişah, elini sakalına atıp biraz düşündü, Mabeynden Arap Seyfi Paşa'nın ziyaret talebinde bulunduğunu haber vermişlerdi; ama sevdiği kadının ıstırabının giderilmesi Seyfi Paşa'dan mühimdi. 

Koluma girip o meşhur titrek ama kalın sesiyle:

"Haydi hareme geçelim" dedi. 

Padişah'ın doktorla beraber Harem-i Hümayun'a girmesi etrafta fevkalade bir telaşa sebebiyet verdi. Süslü ama loş koridorlar nöbet kalfalarının "destur!" nidalarıyla çınladı; cariyeler, halayıklar, kadınefendiler kaçışıp hücrelerine kapandılar. Nihayet süslü esvaplarıyla ince ve uzun bir masal mahlâku gibi kapıda beliren Dar üs Sade Ağası'na emir verildi. 

"Doktoru Müşfika Kadınefendi'nin dairesine götürün, muayene edecek." 

Dar üs Sade Ağası'nın refakatinde haremin tenha koridorlarından geçip Kadınefendi'nin yattığı hücrenin kapısı önüne geldik. Daha evvel haber gönderildiği için kapı "görünmez bir el" tarafından açıldı. 

"Tesettür-ü nisvan"a kılı kırk yararak riayet edilen bu mekânda başımı yerden kaldırıp padişahın kadınının yüzüne bakmak o başın ebediyen gövdemden ayrılmasına sebep olabilirdi, Dar üs Sade Ağası'nın "Buyrun tabip efendi" diyen ince ama sıkıntısı her halinden belli sesi beni rahatlattı. Yüzüstü yatmış, inildeyen Kadınefendi'ye utangaç bir çocuk gibi baktım. Sesimde gayri ihtiyari bir titremeyle, 

"Geçmiş olsun. Ne şikâyetiniz var devletlu sultanım" dedim. 

Anamnez ne kadar iyi alınırsa alınsın esaslı bir fizik muayene yapmadan kati teşhise ulaşamayacağımı biliyor, tedricen daha teferruatlı sualler tevcih ederek Kadınefendi'yi ve "kraldan fazla kralcı" oldukları cümle imparatorluk ahalisinin malumu olan harem "ağa"larını yarayı görmeye ikna etmeye gayret ediyorum. Ama nafile... 

Sonunda alnımda boncuk boncuk biriken terleri silmek bahanesiyle yüzümü kapatarak: 

"Bendeniz müsade-i âlilerinizle yarayı görmek isterim devletlu sultan hazretleri" dedim. Hayatı boyunca ilk defa böyle bir suale muhatap olan Kadınefendi susakalmıştı. Dar üs Sade Ağası "Bu ne cüret!" diye haykırdı, sonra küstah bir eda ile devam etti: 

-"Bu nice tabipliktir, efendi! Bakmadan bilmen iktiza eder" 

Meslek haysiyetime uzanan bu söz üzerine üstümdeki muhterizliğin kalktığını hissettim aniden. Sanki bir hastane koğuşunda imişim gibi. 

"Mesuliyeti üzerime alamam. Bakmadan bilmek tabiplik değil müneccimliktir. Keyfiyeti padişah efendimize arz ile müsadelerini istihsal ediniz"  diyerek mukabele ettim. 

Dar üs Sade Ağası bir zaman durakladı. Sonra gözünün içine bakan ortancalardan birine başıyla bir işaret yaptı. Yaydan çıkmış ok gibi odayı terk eden ortanca kısa bir müddet sonra döndü. 

"Hünkarımız hazretleri tabiplerim efrad-ı ailemden maduttur. Haremim onun için namahrem değildir buyurmuşlar efendim" dedi. Dar üs Sade Ağası bir la havle çekip "Bu nice tabipliktir" diye tekrar başlamıştı ki yatakta inleyen kadının nazlı sesi duyuldu: 

"Bir makas tedarik ediniz, yaranın olduğu yerin üstünden kumaşı kesiniz" dedi. Besbelli kendisi hakkında yapılan bu muarazadan muğber olmuştu. 

Birden odada mevcut herkesin rahatladığını fark ettim, Dar üs Sade Ağası ellerini çırpıp önükoidlere has sesiyle bağırdı: 

"Kızlar! Tez bir makas buluverin." Kapıdan uzanan "görünmez bir el" tepsi içinde makası takdim etti. Dar üs Sade Ağası besmele-i şerifi okuyup Sultan'ın üstündeki Şam işi ipekli hırkayı, bürümcek gömleği ve iç gömleği sırasıyla kesti. Ve nihayet yara nahiyesi meydana çıktı. Aman Allah'ım! O da ne? Üçe üç santim ebadında merkezi siyah ve nekrozlu, muhiti ödemli, konjesyonlu bir yara. Bu şarbon çıbanının ta kendisi! Demek ki hocam Profesör Pean haklıydı. Şarbon vücudun kapalı kısımlarında da olabiliyordu. Doğrusu Gazette Medical d'Orient'te neşredilmeye değer bir vak'aydı. Bir de Padişah'ı ameliyata ikna edebilirsem... "Un cas du Charbone..............." Okusun dursunlardı, "mil pardon!" Onların tabiriyle konuşayım "Antrax" yarasına neşter vurulmaz diyen nevzuhur İngiliz ekolü mensupları... Hay Allah müstehakımı versin. Birden nerede olduğumu, kimi muayene ettiğimi unutup gitmiş, hayallere gark olmuştum. Burası Hünkar'ın Harem-i Hümayunu idi. Ben Sultan Abdülhamid'in has kadını Müşfika Sultan Hanım'ı muayene etmiştim. Böyle bir hasta, bir padişah kadını nasıl olur da "vak'a"' diye mecmualarda neşredilebilirdi. Kadınefendi'nin hücresine girerken kapıldığım başımın ebediyyen gövdemden ayrılması korkusuna tekrar kapıldım. Acele edip bu işi sona erdirmem icap ediyordu. Durmak, duraksamak, düşünüp hayal kurmak zamanı değildi... 

-"Geçmiş olsun devletlu sultan hazretleri" diyerek hemen dışarı çıktım. Dar üs Sade Ağası'na "Hünkar Hazretleri'ne arz ediniz, derhal ameliyatla yara nahiyesini temizlemem lazımdır" diye fısıldadım. Ağa, yine bir baş işaretiyle müteyakkız bekleyen ortancalardan birini Mabeyne gönderdi. Ortanca dönünce Sultan Abdülhamid'in beni Kabul Salonu'na davet ettiğini söylediler. 

Huzuru Şahane'ye girdim. Kadınefendi'nin hastalığı hakkında uzun uzadıya malumat aldıktan sonra Padişah: 

"İlaçla kabili tedavi, değil mi doktor ?" diye sordu. "Sultan hanımın hayatı tehdit altındadır, başka türlü şifası yoktur" cevabını duyunca çaresiz "Ne iktiza ediyorsa yapın doktor" dedi. 

Bu muvafakatı aldıktan sonra tekrar Kadınefendi'nin hücresine avdet ettim. Durumu kendisine izah edip ameliyatı yaptım. Yaranın kenarlarına asid fenik de zerk ettikten sonra kapattım. Permanganatlı bir mahlül yazıp sabah-akşam nasıl pansuman yapacaklarını anlattım,

"Allahü Teala şifalar versin devletlu sultan hazretleri" diyerek tütsü kokan odadan çıktım. Hastanın yüzünü hala görmemiştim ve asla da göremeyecektim. 

Sonrası mı? 

Sonrası padişahın vehimliliğinden yola çıkılarak bir sürü "senaryo" icat edildi: Yok Sultan Hamid sineğin cinsiyetinden sual etmiş, yok hamamı yıktırmış, yok Kadınefendi'yi zindana attırmış... Ne zırvalar, ne zırvalar... Fakat bu zırvalar ahali arasında öyle yayıldı ki hastamın Çiftehavuzlar'daki köşküme yolladığı bir kese altınla dört kınalı koçu kemal-i afiyetle yiyebildik desem yalan olur.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)