Kâmil UĞURLU

 

Cumhuriyet, Türk tarihînde bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyetten bu yana önemli kazanımlar yanında yanlış yorumlar veya kabuller sebebiyle bazı yozlaşmalar da yaşanmıştır. Bunların başında mimarlığımız ve şehirciliğimiz gelir.

İmar uygulamalarının başlamasıyla bu yanlışlıklar yaşanmaya başlamıştır. Bu yanlışlık veya hataların bazıları tedavi edilebilir niteliktedir. Uygun bir hekim, bir uzman, mesleğine, insana, bilime ve Allah rızâsına değer veren bir kişi, bunu tespit eder, faturasını hesaba katmaksızın neşteri vurur ve yanlışı düzeltir.

Fakat bir takım yanlışlıklar düzeltilemez niteliktedir. Onulmaz, onarılmaz, dönüşü olmayan yanlışlıklardır bunlar. Şehircilik üç boyutlu bir konudur. En pahalı konudur. Dönüşü yoktur. Organiktir, yani yaşar. Kesilen kolun yeniden çıkmasını beklemek ne derece abes ise, yanlış tespit edilen bir gelişme aksı da o şehri hayatı boyunca yaşanmaz, çekilmez kılar, sakat bırakır.

Ülke genelinde yaşanan bu durum, bölgeler itibariyle de birbirine benzer nitelikler taşımaktadır.

Meseleyi ayrıntıya boğmadan, kaim çizgilerle şöyle özetlemek mümkün:

Atatürk, cumhuriyetle birlikte ve isabetli, tutarlı bir davranışla konunun uzmanlarını bir araya getirdi ve ana parametreleri tespit ederek işe Ankara'dan başladı. Gelen plâncılar yabancıydı ve meseleyi gerek teori, gerekse uygulama olarak biliyorlardı. Projeksiyonlar tespit edildi. Gelecek yirmi beş yıl için yoğunluklar düşünüldü ve akslar ve altyapı kesitleri ve sosyal donatılar buna göre ayarlandı, uygulama başladı. Ciddi bir otoritenin konuyu takip ettiği bilindiği için uygulama başarılı yürüdü ve iyi sonuçlar alındı.

Ne var ki, Atatürk'ten sonra, meselenin ruhunu anlayamadıkları için, önce bilgisizlikten doğan yanlışlar yapılmaya başlandı. Giderek, bu yanlışlar sistem şekline dönüştü. Konuya rant karıştı. Türk insanının toprağa ve mülkiyete verdiği aşırı değer sebebiyle konu istismara açıldı ve bugünlere gelindi. Konuyu bilenler için bugünkü manzara iç karartıcıdır. Frenleri patlamış, taş yüklü bir büyük kamyon % 20 meyilli ve virajlı bir rampada, Allah'a emanet baş aşağı gitmektedir.

Konuya Ankara'dan başlanmıştı ve doğru çizgiler tespit edilmişti. Hazırlanan ve uygun şartlara sahip olan ideal şablon, boş bir alana aplike edildi. O zamana kadar, kale çevresi hariç Ankara'da teşekkül etmiş bir kent dokusu yoktu. Uygulamanın kolay ve güzel gitmesinin bir sebebi de buydu. Ankara uygulamasını örnek alan diğer şehirler, bilimin öngördüğü bazı doğruları bürolarında kâğıt üzerinde organize ettiler ve bu şablonu getirip eski teşekkülâtın, iyi veya kötü, oluşmuş eski yerleşimin üzerine koyup uygulamaya geçtiler. Şehircilikte yapılabilecek büyük hatalardan birisidir bu. Uygulama başlar başlamaz aksaklıklar ortaya çıkar. Onarmak için büyük bütçeler tahsis edilir, buna rağmen sıkıntı alabildiğine büyür.

Bu kaosu yaşayan birçok yerleşim merkezi arasında Konya da vardı. Dirayetli ve iyi niyetli bir yönetim, bundan 50 sene önce konuyu fark etti ve şehri kritik noktadan kurtarıp nefes almasını sağladı. Rahmetli Ahmet Hilmi Nalçacı her türlü politik polemiğin dışında, uzmanlara hazırlattığı ve prensiplerini kendisinin tespit ettiği imar plânını uygulamaya koydu. Ana prensip şuydu: Daha önce teşekkül etmiş eski şehir bölümlerini sakin bırakmak. Yeni bir yerleşim alanı tespit etti ve çağdaş normlarda hazırlanan plân burada uygulamaya konuldu. İş programı ve öncelikler saptanması doğru yapıldı. Önce yoğunluklar ve eşikler tespit edildi ve buna uygun olarak üst yapıdan önce alt yapı inşaatları ihale edildi. Teşekkül eden maliyetler ile altyapılı ve plânlı arsalar ihtiyaç sahiplerine tahsis edildi. Maloluş fiyatına verildi. Eski şehrin içinde rant üretemeyeceğine artık iyice inanan yatırımcı, zorunlu olarak yeni planlanan bölümlere yöneldi. Arsa ucuz ve problemsiz olunca, giderek bu iş onun da hoşuna gider oldu. Yeni ve çağdaş verilere göre organize edilen bölgeler teşekkül etmeye başladı. Bizim milletimiz şüphecidir. Bu iyi bir huydur. Önce durumu kokladı, bekledi, gelişmelerden kötü koku gelmeyince inandı ve önce reddettiği reisi, daha sonra bağrına bastı, onu yüceltti. Bundan kırk yıl önce devletin konut politikası gerçekçiydi. Kendisi konut yapmıyordu. Devlet konut yapmaz. Kredi tahsis ediyordu. Kredinin şartları bünyemize uygun şartlardı, vâdeleri uzundu ve batı uygulamalarından hiç farkı yoktu. Altyapısı hazır bölgelerde kooperatifler teşekkülüne yardımcı oluyordu.

 

 

 

 

Aileler için ekonomi, şehir sevgisinin, hemşehriliğin, o şehirli olmanın önüne geçebiliyor hâlâ. Eski bir arastayı, bedesteni korumak yerine, onun yerine yeni bir işhanı yapan belediyeyi halk daha fazla alkışlıyor, daha fazla tutuyor. Diğer taraftan, kamu dediğimiz otoritenin yetkisi hâlâ netleşmiş, bir yere oturmuş gözükmüyor.

Denizli, Türkiye'nin önemli turizm merkezidir. Yıllık turizm gelirinin ne olduğunu kesin rakamlarla bilmiyoruz. Fakat çok önemli mertebelerde olduğunu sanmıyoruz. Çünkü Akdeniz ülkelerinde uygulanan yanlış ve ucuzcu turizm politikası aynen bizde de, burada da uygulanmaktadır. Turist gelsin de nasıl gelirse gelsin anlayışı fevkalâde yanlıştır. Bugünkü ölçümlerle, hedeflenen yılda 50 milyon turistin bütün zorlamalara karşın bıraktığı, ABD'ye giren yılda 15 milyon turistin bıraktığının 150'de biridir. Yani 1/150. Böyle bir anlayış gerçekçi bir anlayış olabilir mi?

Pamukkale'deki olağanüstü doku Allah'a emanettir. Pamukkale'yi dünya turizm literatürüne taşıyan olağanüstü zenginliği, mineralli su, oradaki üç-beş turistik otelin emrine tahsis edilmiştir. Veya bir bölümü tahsis edilmiştir. Böyle bir durumun matematik açıklaması yoktur. Ancak kabul edilemez, anlaşılamaz bir “Türk Hoşgörüsü” veya “vurdumduymazlığı” veya “aldırmazlığı” ile açıklanabilir bu durum. Tedbir alınması elbette mümkündür. Önce konunun politikasının oluşturulması gerekir. Sonra yerel otorite bu işin üstesinden gelebilir. Bir proje-program işidir. Yerel kuruluşların, kurumların, kişilerin eğitilerek organize edilmeleri şarttır. Bu konuda geç kalınmıştır. Efendiler, Denizli'yi gezebilmek bir turist için ayrıcalık, bir imtiyaz olmalıdır. Bu imtiyaz herkese sebil edilmemelidir. Ülke genelinde içinde bulunduğumuz büyük yanlışlardan biri de budur. Özellikle Almanya, Hollanda, İngiltere, Japonya gibi ülkelerde Türkiye'den götürülmüş, çoğu elbette kaçırılmış, oradaki Frenk evlerini süsleyen yüzlerce fragmanı, mezar taşlarını, bu fakir, gözleriyle görmüştür. Çok turist, çulsuz turist, korumasız tarihi alanlar için potansiyel tehlikedir. Önlenmesi gerekir. Bunlar bölge çapında özel konulardır, özel çareler, politikalar geliştirmesi gerekir.

Konya böyle gelişti, Türkiye'de gecekondusu olmayan tek metropol, hatta ölçeği büyütelim, kuzey yarımkürede gecekondunun sosyo-ekonomîk sancısını yaşamayan tek büyük merkez Konya'dır. Arsa ucuzdu o zamanlar ve legaldi. Maliyete iştiraki % 5'ler civarındaydı. Devlet yardımcıydı, engel değil. Kredi veriyordu. Ayda 175 lira ile krediye 20 yıl vâde tanıyordu. Ailenin aylık geliri genelde asgari ücret düzeyinde. Kira vermediği için bu ödemeyi aksatmadan, olanca titizliğiyle, gününde-saatinde yapıyordu. Bu vatandaş niye gidip bir gecekondu riskine girsin, ne gerek var? Neden devletle, belediyeyle, zabıtayla, hukukla, yıkımla, çoluk-çocuk sefaletiyle, buldozerle, jandarmayla uğraşsın?

Meselenin sırrı buradadır.

Sonraları, Konya'da, kısmî bile olsa zaman zaman bu sistemin dışında politik endişelerle tâvizler verilmeye başlandı. Gevşek bırakılan yerlerde derhal yanlışlar oluştu. Gereksiz özentiler yaşanmaya başlandı. Fakat diğer şehirlerdeki örnekler tamamen perişanlık olunca, burası göze görünür bir örnek olarak devam etti.

Teşekkül etmiş eski şehir parçaları üzerinde zorlama imar değişiklikleri, yoğunluk artırma tasarrufları, buna uydurulmak istenen altyapı geliştirme çabaları meselâ Denizli'de de yaşanmaktadır. Meslekten olmayanlar, şöyle karşı çıkıyorlar: “Eski şehir” diyorsunuz. Adı üstünde, eski, köhne, şehir adına, orada yaşayanlar adına utanılacak bir durum. Bir fakirlik göstergesi, bir sosyal statü düşüklüğü. Bunu yıkıp yerine şöyle boylu-poslu, mozaik cepheli, mermer söveli, demir kapılı bir apartman dikmek varken yeni bölgelerde yeni bir takım riskler yüklenmeye ne gerek var? Genel anlayış bu merkezde gelişmiştir.

Şehirli, kişisel menfaati için böyle bir davranış içinde olabilir. Olmaması gerekirken, olabilir. O zaman, kamu denilen müessesenin buna mani olması, tedbir geliştirip önüne geçmesi gerekir. Bizim gibi aile geçmişlerini, şecereyi, moral mirasını, bir fazla apartman dairesinden daha az önemli kabul eden toplumlarda, maalesef koruma konusu kamuya, yani devlete kalmaktadır.

Bu takdirde de nelerin oluştuğu herkesin gözü önündedir. Ciddi bir uyanıştan söz etmek için galiba biraz beklememiz gerekiyor.

 

Hülâsaten şunlar söylenebilir:

Ortada teşekkül etmiş, hataları ve sevapları ortaya çıkmış ve artık kristalize olmuş örnekler vardır. Başarılı bulunan ve gelişen şartlar içinde yerleşimlerini esnetebilen, gelişmelere cevap verebilen ülkeler bu başarıyı şöyle yakaladılar:

Teşekkül etmiş eski yerleşimleri bir doku olarak, pozitif ve negatif yönleriyle sakin bıraktılar. Sâdece iyileştirmeye izin verdiler. Yeni geliştirdikleri projeksiyonlarla, en az elli, giderek yüz yıllık periyotlarda her türlü ihtimal ve sürprizleri hesaplanmış programlar yaptılar. Buna uygun yeni ve gelişebilen altyapı ve sosyal donatılı “planlı arsalar” ürettiler. Bunları öngörülen takvimler çerçevesinde uygulamaya koydular.

Bu kolay bir denklemdir ve keşfetmeye gerek yoktur, keşfedilmiştir. Marifet, onun ülke şartlarına uydurulup politika haline getirilmesi ve uygulamaya konulmasıdır. Birçok istasyon için hâlâ trenin kaçmadığını düşünüyoruz. Bizim el'an yaşamakta olduğumuz bu olayları yakın geçmişte Fransa yaşadı. Tarihlerinin önemli bir bölümünün yaşandığı, Paris'in ve Saint Nehri'nin çevresindeki birçok bölgeyi, köhneliğin ve hurdalığın önüne geçmek için, yani aynen bizdeki gibi, Mevlânâ Dergâhı'nın çevresindeki eski dokuya yapıldığı gibi, birkaç gün içinde darmadağın ettiler. Sonra bu alanlar tam anlamıyla pislik yuvalarına dönüştü. Neden sonra akılları başlarına geldi. Konuya diğer Avrupa ülkeleri müdâhale ettiler. Ve kendilerini toparladılar. Şimdi o bölgeler, sadece Fransa'nın değil, ortak bir Avrupa kültüründen söz eden komşu ülkelerin de övündükleri alanlara dönüştüler. Şu çok önemli şeyi yaptılar: Paris için iki maddelik bir kanun yaptılar ve tavizsiz uyguladılar. Uygulamanın başına adına “Monsieur No” dedikleri, garezsiz-ivâzsız bir uzman koydular. Şimdi o alanlara çakılacak bir çivi için “Mon. No”nin oluru gerekiyor ve onun kararını devlet başkanı değiştiremiyor.

İstanbul'da böyle bir cesur karar alınamadığı ve uygulanamadığı için “Tarihi Yarımada” elden çıkmıştır. Tarihi Yarımada ile Müze Kent İstanbul elden çıkmıştır, vesselam.