Sabah günün ilk ışıklarıyla açtı gözlerini. Mutat olduğu üzere ayarladığı saatin alarmına gerek duymadan. Besmele çekti, gözlerini hayata bir kez daha sağlık ve afiyetle açmış olmanın şükrünü duydu yüreğinde. Yatağın sol tarafında uyumasına rağmen sağ tarafından kalkmaya itina gösterdi. Hayırdı, bereketti, iyi bir gün olacağının işaretiydi sağından kalkmak. Küçücük balkonun kapısını araladı. Duvarda asılı duran kafesinde yemini yiyen küçük kuşuna merhaba dedi, günaydın; nasılsın bugün?  Sonra rutin üzere çiçekleriyle konuştu bir müddet. Yapraklarını okşadı, su verdi. Doğmaya hazırlanan günün ilk ışıkları tül perdenin ardından odayı aydınlatırken mutfağa gidip ıhlamur demledi. Karşı komşusu Makbule Hanım'ın evvelsi gün getirdiği kurabiyelerle içti ıhlamurunu.

Çok geçmedi kapı çaldı. Yukarıdaki Ayfer, her zaman ki telaşlı haliyle davet edilmeden daldı içeri.” Ay Nurten Abla çok acelem var hiç sorma neler oldu.” Sormamıştı ki zaten kendisi anlatmaya başlamıştı. “Geçen gün aldığım bluzu hiç beğenmedi benimki. Neymiş efendim hem dar hem de rengi cırtlakmış. Gidip onu değiştireceğim. Gitmişken bir iki mağazada indirim başlamış oralara da bir bakayım diyorum. Neyse hadi bana müsaade kal sağlıcakla.”

Ani bir esintiye kapılmış gibi irkilerek kapadı kapıyı.” Gençlik” dedi,” insanı yerinde durdurur mu?”            Radyoyu açtı. Çalışma masasının başına geçti, yakın gözlüğünü geçirdi gözüne küçük maket bebeklerini yapmaya koyuldu. Onlarla uğraşırken aklından eski yeni bir sürü düşünceler akıp gider, kimi üzülür, kimi duygulanır, kimi mutlu olur; zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdı. Yine öyle oldu. Yorgun gözlerinden gözlüğünü çıkarıp duvardaki saate bakınca vaktin öğleye yaklaştığını gördü. İlaç saati geldiğinden mutfağa gidip bir şeyler atıştırmalıydı. Tam bu sırada kapı yine çaldı. Bu kez gelen aşağı komşusu Ayşenur'du. Yüzünün halinden anlaşıldığına göre yine bir derdi vardı. “Bıktım Nurten Abla yeminle bıktım. Hani elalemin ne dediğine kulak asmasam terk edip gideceğim geliyor bu adamı. Hiç mutlu olamayacak mıyım ben?”

İnsanın mutluluğunu başkalarının inisiyatifine bırakmaları ne tuhaf. Hâlbuki insan ancak kendi mutluluğunun mimarı olabilmeli değil mi? 

Hazırlanıp çıkmalıydı. Büyük torunu Arda yeni bir futbol topu istemişti. Market alışverişini yaptıktan sonra kızının iki sokak aşağıdaki evine uğrayıp topu bırakabilirdi. Apartmanın kapısından çıkarken kapıcının sinirli halde bir taraftan temizlik yapıp bir taraftan kendi kendine söylendiğini işitti. “Sabahtan akşama kadar çalış, çabala, temizlemeye uğraş ertesi güne kalmadan yine kirlensin. İş mi bu yahu hayat mı bu?”

İnsan, hayatından şükrü çıkarınca geriye boşluğu asla doldurulamayacak derin bir hezeyan bırakıyordu. 

Market dönüşü kaldırımda kendisini görünce hareketlenen beyaz tüylü, dik kuyruklu, mavi gözlü bir kedi yavrusuna azıcık ekmek verdi. Kedicik yemeğini bitirince teşekkür eder gibi gözlerinin içine bakıp bacaklarına sürtündü. Bunca akıl, bunca izan, bunca ayet, bunca öğüt, bunca yaşanmışlıktan çıkartılacak bunca ders dururken insanoğlunun şükrü bir lokmayla mutlu ve müteşekkir olan minik bir kedi yavrusundan öğrenmesi ne tuhaf. Kişi kendinden ve yaşamından hoşnut olur, halinden şikâyette bulunmazsa Yüce Yaratıcı ona ayrıntılardaki gizemi görmeyi bahşeder.

Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)

Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O'na kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)