“Karadağ Prensliği, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açar” cümlesindeki garabet çarpıcıdır. Prenslik, cihan devleti.. “Fatihlerin, Selimlerin, Muhteşem Süleymanların” devleti, bu hale gelmiştir. Büyük Avrupa devletleri, “savaşa engel olma görüntüsü altında savaşı” kışkırtmaktadırlar. Apak'ın belirttiği gibi, “Haç'ın bir kez girdiği yere Hilâl'in dönmemesi” politikasında birleşmişlerdir (Yalçın, 1976, 177).

Balkan Harbi'nin patlayacağı günler Şark Ekspresi, Avrupa'dan İstanbul'a bir hayli savaş muhabiri taşır. Bunlar, savaşı bizzat takip edip dergi ve gazetelerine yazacaklardır. Barış yapılırsa, korkuları vardır. Karadağ'ın harp ilan haberini alınca (8 Ekim), rahat bir nefes alırlar. Onlardan birisi Stephan Lauzan'dır. Türkiye'de kırk gün kalarak, “Osmanlı'nın Bozgun Yılları”nı kaleme alıp 1913'te yayınlar. Trende gelirken tartışılan konu, Balkan Harbi'nin nasıl sonuçlanacağıdır. Lauzan'ın anlattığına göre,  Illistrasyon'un tecrübeli muhabiri G. Raimond: “Trablusgarb'da hiçbir zaman 1700'den fazla Osmanlı askeri bulunmadı” tespitini anlatır. Savaş muhabirleri, bu bilgiye göre kıyaslar yapar. “1700 Osmanlı, 100 bin İtalyan'ı yenerse 200 bin Bulgar'ı yenmek için ne kadar Osmanlı lazım gelir?” (Lauzan, 14-15, 16).

Fransız gazeteci, harp ilan günü girdiği İstanbul'da hayret içindedir. Dört devletle savaşa giren bir ülkenin başkentinde, bulunduğuna inanamaz. Halk ilgisizdir. Kaldırımlardan tam bir kayıtsızlık içinde insan seli akmaktadır. İlanlarda, hangi Paris ekibinin Beyoğlu tiyatrosunda “Sefil Aşk” piyesini oynayacağı, “Kamelyalı Kadın”ın hangi gün sahneleneceği vardır. Sinema davetleri bulunmaktadır. Fakat görevli askerler, İstanbul'da ne kadar işe yarar hayvan varsa, bir belge karşılığı sokak ortasında toplamaktadır. Hayvanlar yanında, arabalar ve kırbaçlar bile alınmaktadır (Lauzan, 20-22). Harp patladıktan sonra, savaş hazırlığına başlanılmıştır. İstanbul'da öncelikle, bir Fransız olarak, “Jön Türklerin önde gelenlerinin Avrupa'ya gitmeden evvel” uğradıkları Fransız elçiliğine gider. Ardından görüştüğü kimse, Osmanlı Dışişleri Bakanı Gabriel Noradunkyan'dır.  Paris Hukuk'tan mezun olan Noradunkyan, “Biz yenilik yaptıkça, ıslahat girişimlerinde bulundukça Balkanlardaki dostlar bir kat daha saldırgan ve küstah bir tavır içine bürünüyorlardı” tespitinde bulunur. Saydığı yeniliklerden birisi, “İngiltere'ye başvurarak, 16 il valisi nezdinde 16 müsteşar isteyecek kadar ileri” gidilen (Lauzan, 20-25, 27), bir mandavari tavırdır. Zaafın böylesini, uzlaşma, yenilik gören Jön zihniyet, devletin tepesindedir. Aynı gazeteci, “şişman, iri gövdeli, ağır, hantal, biraz fazla konuşkan” Harbiye Nazırı Nazım Paşa ile de görüşür. Bir dönem Fransa'da eğitim görmüş, Paris'te görev yapmış olan Paşa, “Saldırı taktiğini tercih ettiğini” gizlemez. “Doğru bir hareket varsa o da saldırmaktır” der (Lauzan, 20-28-29).

Karadağ ardından, Bulgar, Sırp, Yunanistan birlikte hareket ederek, Osmanlı Devleti'ne kabul edilemez tekliflerde bulunurlar. Hıristiyan nüfusu da bulunan yerlere Hıristiyan vali atama, Sadrazamı denetleme gibi bir dizi ortak nota üzerine, elçilerini geri çeken Bakanlar kurulu (Andonyan, 1999, 230-239), 17 Ekim'de “orduya hücum emri vermiştir”. 18 Ekim'de de üç devlet, karşı kararı ilan eder.

Orduya saldırı emri, “İstanbul'da sevinç”le karşılanır. “Başkumandan Vekili Harbiye Bakanı Nâzım Paşa'nın, yanındaki subaylara Sofya'da giymek üzere tören giysilerini de yanlarına almaları yolunda buyruk verdiği” söylentisi, geçerlik kazanmıştır. Harp iyi ilerlememektedir. “Talât, gönüllü er olarak cepheye gitmiştir.” Buna karşı hükümet, “İttihat ve Terakki'ye karşı çatışmayı dış düşmanla uğraşmaktan daha önemli” saymaktadır (Yalçın, 1976, 178).

KARADAĞ

Karadağ ordusu, 18-62 yaş arası, savaş zamanı 37.200'e çıkabilen, ağır silahı, yük arabasından başka arabası, sağlık ekipleri olmayan bir yurtiçi savunma gücüdür (Andonyan, 1999, 257). Fakat cesareti öne çıkaran, dağ yasası Karadağ'a egemendir. “Bir korkak bulunursa, silahları derhal alınacak ve yaşadığı sürece artık bir daha hiç silah taşıyamayacak. Ebediyen şerefsiz sayılacak, hiçbir iş yapmayacak. Bir önlük giydirilecek ona, böylece göğsünde bir erkek kalbi çarpmadığı anlaşılacak” türü yasa, dağlılar arasında hükmünü yürütmektedir (Andonyan, 1999, 255).

İLK BOZGUN

İşkodra yolundaki ilk çarpışmalarda Detçiç, İşkipçanik, Tuzi'deki Osmanlı kuvvetleri, belli bir direnmeden sonra komutanları ile birlikte teslim olur. 82 subay, 3-4 bin er yanında sekiz bin mavzer, bin beş yüz martin, dört mitralyöz, 11 top ele geçirilir (Andonyan, 1999, 262). İşkodra'yı kuşatmak üzere ilerleyen Karadağ kuvvetlerine karşı, durum İstanbul'da şaşkınlıkla karşılanır. İlk iş, askeri makamlarca, 17 Ekim'den itibaren İstanbul'da yayınlanan bütün gazetelere sansür koymak olur (Andonyan, 1999, 265). İpek, Taşlıca, tüm Novi Pazar düşer. Sırplar Prizren'i işgal eder.

Bütün cephelerde hayret ve şaşkınlık uyandıracak bir bozgun havası vardır. Bulgarlarla savaşılan Kırklareli, Lüleburgaz, Çatalca hattı hepsinden önemli ve tehlikelidir.

KIRKLARELİ

Balkan Harbinin kaderini belirleyen garip yenilgilerin öncüsü durumundadır. 28 Ekim 1912 sabahı İstanbul'a felaketin duyurusu yapılır.

Bulgarlara karşı savaşan üç tümenden oluşan III. Kolorduya Mahmut Muhtar Paşa kumanda etmektedir. Sadrazam babası yanında, Bahriye Nazırı olan Mahmut Muhtar, hükümeti ve bakanlık görevini bırakarak cephede görev istemiş, Üçüncü Kolordu komutanlığına yeni atanmıştır (Lauzan, 44). 17 Ekim 1912'de Kırklareli'ne gelerek görevine başlar. Seferberliğin çok geri ve eksikliklerin pek çok olduğunu görür. Kolordusunda 23 bin asker vardır (Mahmut Muhtar, 2012, 9). 18 Ekim'de Bulgarlar, sınır kalelerine saldırmaya başlamıştır. 20 Ekim'de ilk bozgun işaretini astsubay birliği gösterir: “Erikler civarında bulunan Küçük Zabit Mektebi az bir düşman birliği karşısında bütün ağırlıklarını gece yollarda bırakarak, telaşla Kırkkilise'ye dökülüp” gelmiştir. Paşa ertesi gün, “iki tabur ve bir cebel (dağ) bataryasından meydana gelmiş birlik göndererek, sebepsiz yere terk edilmiş olan arabaları” kurtartır. Düşman bir dehşet uyandırma politikası ile sınır üzerinde, önüne rast gelen İslam köylerini yakarak ilerlemektedir. Elbise, erzak, para, keşif için süvari sıkıntısı vardır. Kırklareli'nde, iki uçağımız da bulunmaktadır. Fakat birinin makinesi bozuk, diğerinin pilotunun eli yaralanmıştır. Dolayısıyla ikisi de kullanım dışıdır (Mahmut Muhtar, 2012, 10-13, 20).

İstanbul'u işgal, II. Abdülhamit'i hal, Yıldız Sarayı'nı yağma konusunda atak olan bazı rütbeliler, Bulgar karşısında elbise, erzak, para, at yokluğundan keşfin bile yapılamadığını ortaya koymuşlardır. Orduda hazırlık, düşmana karşı, vatan savunması için değil içe karşıdır.

Savaşı fiilen yöneten kumandanlarımızdan olan Mahmut Muhtar, savaş alanından garip örnekler verir. Kolordusu ile taarruza hazırlanmaktadır. Fakat sabah erken atlara binmek üzere iken, Şükrü Bey tümeninin kaçmakta olduğu haberini alır. Dörtnala çıkar. “Kendimi, can korkusu ile kaçıp gelmekte olan karma karışık redif askerleri ve bataryalar içinde buldum. Bütün maiyetimle hemen kılıçları sıyırarak askerleri zorla çevirmeye giriştim. Bir saat kadar olağanüstü uğraştıktan sonra” Petra'nın kuzeybatısındaki sırtları tutmak, kuzeydeki ormanı “işgal ettirerek kaçışın önünü almak ve tekrar düşmana yüz çevirtmek mümkün oldu” der. Paşa, bu durumun sebebini de anlatır. Avcı hattındaki birlikler, hiçbir güvenlik tedbiri almadan yatıp uyumuşlardır. Sabaha karşı bir tabur Bulgar yaklaşır. Görüldüklerinde de yanıltmak için, “Padişahım çok yaşa” diye bağırırlar. Redif askeri, düşman mı değil mi karar veremez. Ateş de etmezler. İki yüz metre yaklaşan Bulgarlar, ateş açınca da kaçış başlar. Bu taburun kaçışına, diğerleri de katılır. Yedekler, kaçışı önleyecek yerde onlar da eklenir. İleri hattaki, asker, yedek, bataryalar ne varsa hepsi kaçmaya koyulur. İşte bu kaçış önlenip, yeniden asker sipere sokulmuştur. Fakat tam rahatlandığı sıra sol kanat, sebepsiz yerlerini terk ederek tepeden aşağı akmaya başlar. Petra'nın ileri ve batısındaki avcılar da onlara katılır. Artık kumandanda, “ne ses ve ne de atlarda hal ve kuvvet” kalmıştır. Kaçışın önü alınamadığı gibi, savunma mevziinde durdurmak da mümkün olmaz (Mahmut Muhtar, 2012, 26-27).