Fabrikalar, demiryolları, toplar, tüfekler, cephaneler; şirketler ve cemiyetlerin tek başına gerçekleştireceği iş değildir. Hayat, birlik olmayı, güç birliği yapmayı gerekli kılmaktadır. Öyle ki, “tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa'yin (çalışma) yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir.” Topluluktan (cemaat) ayrılmamak, fesada düşmemek, araya ekilen fitne tohumlarına kapılmamak gerekmektedir. Ayrılığa düşüp, darılan, küsen, parçalananlar güçsüzleşmekte, hayat haklarını kaybederek mahkûmiyet felâketine uğramaktadırlar. Bu yolun sonu esaret ve hayvanlar gibi sürülüp, koşulup, kullanılmaktır. Dünya ve din için çalışmama ve hep seyirci kalmanın sonucu olarak son yıllar başımıza birçok felaket yağmıştır. Hayat elbette herkesin hakkıdır. Bütün yaratıklar hayat hakkına sahiptir. Ama bu hak, bir miskin gibi bir köşede ağlayıp, inleyip, merhamet dilenerek elde edilemez. Geriliğin altında ise kendine güvensizlik ve ümitsizlik yatmaktadır. Zira gelişenler de insandır. Onlar kadar veya daha fazla çalışılır, gece-gündüz uğraşılırsa memleket kurtulacaktır. Değilse mahvolunacaktır. Bunun için inanan insanlar, ümitsiz olamazlar. Allah'ın yardımından ümit kesilmez. Allah'ın yardımından ümidi, yalnız kâfirler keser. İnanan insana, sapıklığa düşmek ve ümit kesmek haramdır. Hak yolda mücadele edenler için yardım ve yol gösterme vaadi vardır. Zaten dayanılacak yer de yeryüzü güçleri değil, yenilmez, ölmez, ebedî güç olan Allah'tır. Bütün inananlar el ele vermeli, hem dünya hem de ahiret için birlik olmalıdırlar. İslâm'ın hemen ilk devrinde, çeyrek asırlık kısa bir sürede sahabenin, dünya fethine çıkıp cihan çapında güç kazanmasının sebebi, el birliğiyle çalışmaları ve birlik olmalarından idi. Onlar birlik olma, yardımlaşma ve kardeşliğe o kadar dikkat ediyorlardı ki, “aralarından su sızmaz, hava geçemezdi.” Cemaat olduklarında safları, sabun kalıpları gibi, vücutları duvar gibi tek parça oluyordu. Elbiseleri omuzlarından eskiyordu. Onların birlik ve kardeşliklerinden, gelecekleri için endişe duyan Yahudiler, ilk fitne tohumlarını ekmeye çalıştılar. Fakat İslâm Peygamberi, zamanında müdahale ederek, fırkacılık, kavmiyetçilik gibi cahiliye âdetlerine geri dönmelerine engel oldu.
Eğer aradaki tefrikacılık sebepleri kaldırılır, canla başla çalışılırsa yeniden İslam yurdu kurtarılabilir. Bu konuda iyi gelişmeler de görülmektedir. Ezilen Müslümanlar, her yerde uyanmakta, kendi başlarını kurtarmak, hayat haklarını geri kazanmak için çalışmaya başlamış bulunmaktadırlar. Değilse kıyamete kadar zillet içinde yaşanacaktır. Bu mücadelenin, din ve vatanın kurtarılması için yapıldığı, fırkacılık, menfaatçilik, kavmiyetçilik uğrunda olmadığı bilinmelidir. Onun için gaye birdir. Herkes üstüne düşen vatanî vazifesini, dinî farzlarını yerine getirmede zerre kadar tereddüt göstermemelidir. Kapılarımıza kadar dayanmış, namus evimize girmek, şerefimizi çiğnemek isteyen “bu namert taarruza karşı koymak; kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar” herkesin görevidir.
Âkif bu arada, yörenin hislerine de hitabı unutmaz: “Osmanlı saltanatını i'lâ için Karesi'nin, bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli'yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz. Anadolu'yu müdafaa hususunda diğer vilâyetlere önayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz (aldınız). Sa'yiniz meşkûrdur. İnşallah bu şan ve şeref kıyamete kadar artar gider. İnşallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, refahı, umranı dünyalar durdukça masûn ve mahfûz kalır.” (Şengüler, 1992, 239–255).
Âkif, cami kürsüsünde “verdiği celâdetli hitabesinde” mesajını çok açık ifade etmiştir. Bunu, en iyi anlayacak durumda olan 1908'den beri tanıştığı dostu Balıkesirli Hasan Basri şöyle ifade eder: “Ey Balıkesirliler, güzel yurdunuzu çiğnetmeyiniz, müdafaanız meşrudur, sebat ediniz. Yürüyünüz..” (Çantay, 1966, 23).
Halk, “heyecan içinde kalmış, ağlarken” o sabır, dayanma ve zafer temenni ederek kürsüden iner. Bir süre, mücahitlerle görüşürler. Ertesi gün de Balıkesir okullarını ziyaret ederler. Erkek Öğretmen Okuluna (Darülmuallimin) uğrayarak, sınıfları dolaşırlar. Biraz istirahat ettikten sonra okuldan ayrılmak üzeredir. Talebelerden birisi yanına sokularak “Sanat sanat içindir” fikri hakkındaki görüşünü sorar. Çevresini saran öğrencileri, tek cümle ile; “O düstur ölmüştür; topluma, hayata yaramayan sanat yerin dibine batsın!” deyip geçiştiremez. Bahçeye çıkarak ayaküstü onlara topluca şu açıklamayı yapar: O sözler yeni değildir. Onlara bağlanan kimse yoktur. Doğuda, batıda yetişmiş meşhurların eserleri incelenince görülür ki, her biri yazdığı eserinde mutlaka bir gaye takip etmiştir. Demek ki sanat mutlak değildir. Mademki, “Sanat sanat içindir” düsturunun ortaya atılmasına rağmen hiçbir edip, hiçbir şair bir maksat gözetmekten kendini kurtaramıyor; o halde, bu düstur artık iflas etmiş demektir. “Kezalik, mademki bu düsturların hükmüne uyulmuyor, sanat mukayyed kalıyor, öyleyse sanatı bir takım hasis emellere, sefil ve müstekreh maksatlara alet edinmektense ulvi, pak, asil, necip duygulara, düşüncelere vasıta kılmak elbette daha makul bir hareket olur.”
Açıklamaları, cebindeki “zımbalı defterine not eden” Hasan Basri'nin anlattığına göre Âkif, Emile Zola, Alphons Daudet gibi batılı yazarlardan örnekler vererek sanatın bir gaye doğrultusunda kullanıldığını açıklar (Çantay, 1966, 53-55).
Âkif'in millî duyarlılığını, Hasan Basri, Balıkesir'den başka bir olayla da aktarır. O, Balıkesir'de iken samimi bir arkadaşı Gönen'e halkı örgütlemek için gitmiştir. Dönüşünde Âkif'e, “!ler Türklere cefa ediyorlar, millî teşkilâtı boğmaya çalışıyorlar” der. Âkif, “hiç düşünmeden, kükreyerek; Orada bir Türk Ocağı açınız, mücadele ediniz” der. Yanında birlikte İstanbul'dan gelen bir zat; “Üstat sizi Türkçü görüyorum” der. Cevabı, çok daha şiddetlidir: “Ne zannediyorsun? Türk'e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!” (Çantay, 1966, 225).
Âkif, geniş yankı uyandıran Balıkesir ziyaretinden sonra İstanbul'a döner. Hitabe, millî tavır üzerinde etkili olmuştur. Bu tutum onun Dârülhikme üyeliğinden atılmasını getirecektir.
Özellikle 1920 Mart'ından sonra İstanbul'da işgal daha dayanılmaz hale gelmiştir. Birlik duygusunun, düşmana karşı en canlı olması gereken bir zamanda, işgalcilerin teşvik ettiği bölücülük faaliyetleri artmıştır. Ermeni ileri gelenleriyle yakın ilişkisi bilinen Şerif Paşa ile Batıcılığın ideologu “İçtihat'çı Abdullah Cevdet, ayandan Abdülkadir, Kürtleri camia-ı milliyeden ayırmağa” çalışmakta, altı vilayet için özerklik istemektedirler (Eşref Edib, 1960, 130).
O ise, öteden beri vatanı, değerleri, devleti için çaba sarf edenlere ümit bağlamakta şöyle seslenmektedir: “Hudâ rızası için ey mücahidîn-i kiram! / Sebatı kesmeyiniz, çünkü sade sizde ümid. / Dönerseniz ebediyen söner gider tevhid.”