Helen Keller konumuzla ilgili çok güzel söylediği cümlelerle başlamak istiyorum yazıma!

“Üstesinden gelinmesi gereken zorluklar olmasaydı, insanoğlu en büyük zenginliği olan başarılarından tat alma duygusunu yitirirdi. Derin ve karanlık vadiler olmasaydı, dağların dorukları o kadar güzel olmazdı.”

Hayat ! Nefes alabilmek ve mavi gezegende bize belirlenen sürede yaşayarak görevimizi tamamlamak. Ne olursa olsun, ne yaşarsak yaşayalım “hayata tutunmak” gerek. Ancak hayata vermediğimiz, hayatımızdan mahrum ettiğimiz nitelikli davranışları bize göstermesini umuyoruz hep. Unutuyormuyuz ki “vermek, verebilmek, almaktan daha mühimdir”.

Klişeleşmiş sözler duyuyoruz, sıkıntılar yaşayan, başarılı olamamış gençlere, çocuklara söylenen. Hayata tutunmasını, sürekli mücadele etmesini, yaşamdan ümidini kesmemesini bekliyoruz. Ancak bunu, "Bizim zamanımızda böyle miydi?", "Saçımı süpürge ettim", "Yediği önünde yemediği arkasında!", "Şimdiki gençler adam olmaz!"! diye başlıyoruz karşımızdakinin bir kulağından girip bir kulağından çıktığını, bu söylediklerimizin bir işe yaramayacağını bile bile yada ruhunun derinliklerine işleyip kişiliğini erozyona uğratırcasına!

Bakın size ne diyeceğim; aslında bu cümleleri kuranlar, O gençleri/çocukları adam etmeyi başaramayan adamlar olduğumuzu örtmek ve gizlemek için hep aynı savunma mekanizmalarını kullanan bizlerin eseri!Aslında kendi eksikliğimizi kapatıyoruz, daha doğrusu kapattığımızı zannediyoruz.

Herbert N. Gasson bir anlatısında neler diyor gelin beraber okuyalım.

“Meksika Körfezi ile Antil Adaları arasındaki Yukatan'da yaşayan biri bir gün bana oldukça ilginç bir hikaye anlattı. Dünyada kullanılan sisal bitkisinin(kenevire benzer, büyük yapraklı, bol elyaflı, dokumada kullanılan bir bitki) büyük kısmı Yukatan'da üretilirmiş. Bu bitki taşlı, sert ve faydalı organik maddesi az toprakta yetişirmiş. Bir süre once bir Amerikan şirketi Florida'da sisal üretmeye karar vermiş. Ve iyi bakılmış, mükemmel açılmış araziye tohum atılmış.

Vakti gelmiş, bitki büyümüş. Amerikalılar sevinmişler: “Yaşasın! Sisal ticaretini Yukatanlıların elinden aldık!” Mahsulü biçmişler. Ve yaprakların içinde bulunması gereken elyafı aramaya başlamışlar. Fakat o büyük yapraklarda bir gram bile elyaf bulunmadığını büyük bir hayretle görmüşler.

İşte o zaman mesele anlaşılmış: Hayatının kolaylaştırılması bu bitkiyi mahvediyor. Sisal'ı değerli kılan nasıl elyafı ise, insanı değerli kılan da karakteridir. Hayat yolunda karşımıza çıkan zorluklar, bizi güçlendiren, olgunlaştıran ve yetiştiren fırsatlardır!”

 Gerçek ve ne kadar önemli bir hikaye!

Şimdi bir de, en küçük bir sorun karşısında saatlerce düşünen, ne yapacağını bilemeyen, karamsarlık ve çöküntülü bir ruh haliyle hayata dair tüm ümitlerini bir anda kaybeden insanları düşünün! Nihayetinde şu asırda dirâyetli, sağlam ve kendisiyle bütünleşmiş bir kişiliğe sahip olan, yani kendisini tam anlamıyla tanıyan, güçlü ve zayıf yönlerini bilen ve bu bilgisi dâhilinde yaşamdan ümidini kesmeden hayata tutunabilen insan sayısı her geçen gün hızla azalmaktadır.

Peki neden? Bir birey, ilk olarak kendi aile ortamı içerisinde bir kişiliğe bürünmektedir. Kişilik gelişiminin temeli, çocukluk döneminde atılır. Bundan dolayı, ailenin çocuk üzerindeki ilk etkileri son derece önemlidir. Aile temelleri sağlam olmayan birey elbette zayıf, kendini ispatlayamayan, sosyal korkuları, endişe ve kaygıları olan bir birey olacaktır. Böyle birey hayata nasıl tutunabilir?

Kendi ayakları üzerinde nasıl durabilir? Hele bir de aile baskısı varsa, yani anne ve baba tarafından belirli bir kalıba konulmak isteniyorsa, çocukta ya tamamıyla pasif ya da etkiye tepki sonucunda sürekli şiddetle reddetme eğilimleri ortaya çıkacaktır. En büyük problemimiz de aile içerisindeki kopuk ilişkiler değil midir?

Bilinmelidir ki; Olumlu veya olumsuz, herkes birbiriyle ilişkidedir. O nedenle, aile üyelerinden birinin başarısı veya başarısızlığı herkesi etkiler. Aile içindeki çatışmalar (kardeşler arası, anne-baba, anne-çocuk veya baba-çocuk çatışması) da aile içindeki her bireyi etkileyecektir. Ancak çatışmaları önem sırasına koymak gerekirse, anne-baba çatışması ailenin tüm bireylerini diğerlerine oranla çok daha fazla etkilemektedir. Anne ve babanın kendi sorunları, tartışmaları, çatışmaları, kavgaları, anlaşmazlıkları çocuklara derece derece yansır. Çekişmelerin, küslüklerin, karşılıklı suçlamaların, kavga, dayak ve şiddetin sürekli olduğu bir evde çocuklar ciddi bunalımlara düşerler. Babanın içkisi, kumarı, umursamazlığı, eşini aldatması, işsiz kalması da aile dengesini bozar, çocuklarda derin izler bırakır. Özellikle annenin aşağılandığı, dövülüp sövüldüğü ailelerde, çocuklar ben merkezli duyguları ile problemlerin kendilerinden kaynaklandığını düşünür ve kendilerini suçlarlar. Bunun sonucunda ise evden kaçmalar, intihar girişimleri, çocukluk çağı depresyonları, güvensizlik, sevilmemişlik, ezik ve silik bir kişilik geliştirirler. Bu duygular davranışlarına yansır, arkadaş ilişkilerini bozar, okul başarısını düşürür, değersizlik ve hiçlik duyguları ile hayata tutunamaz olur. Normal bir birey için çok da önemli olmayan bir durum, bu şekilde yetişmiş bir birey için ciddi sarsılmalar ve örselenmelere neden olabilmektedir.

Aile içerisindeki çatışmalar, gerginlikler, tutarsızlıklar, dışlanmalar, gerilimler bir yana; beklenti düzeylerinin her geçen gün artması da çocukların erken yaşta stres altında kalmalarını beraberinde getirmektedir. Örneğin, çocuklarımız âdeta bir yarış atı gibi koşturulmakta ve bu koşturmaca önceden olduğu gibi lise ve sonrasındaki YGS-LYS ile kalmamış, ortaokulda TEOG ile iyice aşağıya çekilmiş neredeyse çocuklar okuma-yazmayı öğrendikten sonra, test ve sınav çözme teknikleri oyunlarını öğrenmeye başlamışlardır. Son zamanlarda politikalarla bu durumlar kırılmaya çalışılsa da çok da başarılı olunamadığı görülmektedir. Üstelik her geçen yıl çocuğun/gencin üzerinde çevresel beklentiler artmakta ve hata yapma gibi bir lüksün olmadığı da çok sert bir şekilde vurgulanınca geriye tek bir seçenek kalmaktadır: BAŞARMAK.

Çocuk sadece başarıya endeksli hale gelmiş, kendi anne-babası, okulu, arkadaşları, öğretmenleri ve yakından uzağa tüm çevresi ondan sadece başarı bekler olmuştur. Ölçünün mutlak başarı ile değerlendirdiği bir ortamda ise başarının dışındaki diğer olgular, değerler ve kazanımlar zayıflamıştır. Dengeler alt üst olmuş, çocuklarımıza katmadığımız, vermediğimiz, eksik bıraktığımız her yaşantının onları güçsüz ve çaresiz bıraktığının gerçek sebeplerini ise hiçbir zaman göremez olmuşuz.

Belki de düşünmek istemiyoruz! Daha doğrusu, başta dediğim gibi düşündüğümüz tek şey mutlak başarı olduğu için bunun dışındaki diğer tüm her şeyi bir kenara bırakıyoruz. Sonra da çocuğumuz çok küçük yaşlarda başladığı bu yarıştan sıkılıp başka bir oyun arayışına girdiğinde onu engelliyoruz.

"Sen başarmak zorundasın!" diyoruz. Komşumuzun oğlu ve kızı örnekleri ile devam ediyoruz anlatmaya. Kendi çocuğumuzu başka çocuklarla karşılaştırıyor ve o başka çocuklar ile arasına kıskançlık ve kin tohumları serpiştiriyoruz. Kendi arkadaşlarını en büyük rakipleri olarak gösteriyoruz. Çocuğumuzun başarısını kendi başarımız olarak ve başarısızlığını da kendi başarısızlığımız olarak değerlendiriyoruz. Başarılı olduğu kadar seviyor, başarısız olduğu kadar azarlıyor, kızıyor ve sevilmeye değer olmadığını gösteriyoruz.

Onları anlamayan, anlamak için uğraşmayan, anlamak için hiçbir çaba göstermeyen ve sadece kendi doğrularını kendi çocuklarına uyarlayan, onların çocuk olduğunu unutup bir yetişkin gibi davranmasını bekleyen biz büyükler, bir daha yaşanamayacak bir çocukluğun ve hayatın tohumlarını ekmiş oluyoruz.