1

Derviş Hasan Yügrük Konya kültür çevrelerinin yakından bildiği, Aydınlar Ocağı Başkanı Dr. Mustafa Güçlü’nün deyimiyle bir Hafız-ı Kütüb insandır. Elinin değmediği kitap, hafızasına kaydetmediği kütüphane yoktur. Birçok el yazması eserin bakım ve onarımına vesile oldu, Yusufağa Kütüphanesine yıllarını verdi, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi ile Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi ve matbaasının kurulmasına en büyük katkıları o verdi. Ve daha neler neler…

Sizi tanıyabilir miyiz?

Aslında 3 Nisan’da dünyaya gelmişim fakat nüfusa 28 Kasım 1940 olarak kaydedilmişim. Yörük bir aileye mensubuz. Dedem Yeşil Ahmet Yemen müdafaası için gitmiş ve orada kalmış. Kardeşlerin bir kısmı Eğribayat, bir kısmı Sakyatan, bir kısmı da Yatağan köyüne yerleşmiş. Biz Yatağan’a yerleşenlerdeniz. Sonra Konya’nın Sedirler Mahallesi’ne yerleşmişiz.

Benim nüfus kâğıdında yazan adım Derviş Hasan Yügrük’tür. Benden önce kardeşlerim olmuş ama onlar doğduktan sonra ölmüşler. Babama “Şıh Hasan’a gidersen çocuğun yaşar” demişler. Bundan olsa gerek, beni sekizi ay kadar nüfusa kaydettirmemişler. Benden sonra Ese diye bir çocuk daha doğmuş fakat o da küçükken ölmüş. Babamın adını Asitane şeyhi Derviş Mehmet koymuş, benim de adım Derviş Hasan oldu. Hatta Sakyatan köyünde bana Şıh Hasan da derler.

Bir adımın da Derviş olduğunu gençlik yıllarımda Türkiye’deki malum sebeplerden dolayı senelerce sakladım. Vaktiyle bir mesele sebebiyle çalıştığım resmî daireye bir müfettiş gelmişti. Gelen müfettiş adımdan dolayı “Asıl tarikatçı Derviş Hasan Yügrük” demiş. Rahmetli müdürümüz Gürbüz Alp de “Onun hiçbir şeyle alâkası yok” demiş. Bunu bana anlatınca, “Söyle onlara, ben anadan doğma dervişim, sonradan görme derviş değilim” dedim. Meslek ayrıdır, meşrep ayrıdır. Derviş adını hep sakladım. Bir de şöhreti sevmem. Hadis-i şerife göre şöhret afettir. Onun için her yerde adım Hasan Yügrük olarak bilirler. Soyadı Kanunu çıktığı zaman Yügrük soyadını babam koymuş. Babamın nüfus kâğıdında geçen lakabımız Ballioğulları’dır.

Konya’da hangi mahallede büyüdünüz, babanızın işi, vasfı neydi?

Babam hafızdı. En son hafızlık icazetini de Sedirler Caddesi üzerinde bulunan Hatıp Camii’nde almış. “Galatalı” lakabıyla bilinen Konya’nın meşhur gazetecilerinden Mahmut Sural babamın yakın arkadaşı idi. İstanbul eğitimi almış muharrir, muhabir ve âlim dört dörtlük bir hafızdı. Babamın böyle değerli arkadaşları vardı.

Babam fukara çocuğu olduğu için ben zekât ve fitreyle büyüdüm. O devirde yasak olmasına rağmen babam çocuklara Kur’an-ı Kerim okuturdu ve kazandığı perşembelik parası geçim kaynağımızdı.

Perşembelik deyimi günümüzde unutuldu; ne demekti, anlatır mısınız?

1946’lı yıllarda çocuklara Kur’an okutmak yasaktı. Bizim evimiz bahçeliydi. Mahallenin çocukları da sabahleyin Kur’an okumak için bizim eve gelirlerdi. Polis ya da jandarma geldiği zaman çocuklar bahçeden kaçar giderdi. Babam 1946’dan itibaren bu şekilde çocuk okutmaya başladı. Çocuklar da haftada bir gün üç beş kuruş hediye getirirdi. Bu hediye perşembe günleri getirilince “perşembelik” diye anıldı.

Koyunoğlu Kütüphanesine verdiğim dergileri de babamın o perşembelikten bana verdiği harçlıklarla almıştım. O dergiler çok kıymetli dergilerdir. Tam koleksiyondur.

Babamın bir tarikat bağlantısı yoktu ama üveysi idi. Uyuduğu zaman kapıya, pencereye vurup babamı uyandırırlardı. Onun için babam oturduğu yerde uyurdu. Çoğu zaman etrafındakiler uyuduğunu zannederlerdi ama o Kur’an-ı Kerim’i takip ederdi. Aynı huy bende de var. Bazen uyur gibi yaparım, gelip uyuma derler. Uyumam, o anda konuşulanları tekrarlarım, içime çekerim.

Babama getirilen inek, dana, ağlayan çocuk gibi hastalar eksik olmazdı. Bizim eve girerken kucakta ağlayan çocuğun sesi kesilirdi. Mesela inek danasını almadığı zaman, sağdırmadığı zaman yağı olmazdı. Şifa bulmak için babama gelirlerdi. Babam da kepeği okur, yumurtayı okur ve bunu suyla karıştırıp ineğe yedirin derdi. İnek şifa bulurdu. Bunlar batıl şeyler diyeceksiniz ama değil…  Babam ocak değildi. Babamın falcılığı, büyücülüğü yoktu. Babam sadece Kur’an’ı şifa olarak okurdu. Nezir için verdikleri parayı bakmadan alırdı.

Konya usulü Kur’an Kerim kıraatı vardı, unutuldu. Konya, İslâm beldesi olarak İstanbul’dan evvel bir başşehirdir. İstanbul’a taş çatlatır ama sonra İstanbul merkez olduğu için bizi kucaklar.

Hacıveyiszade Efendi ile tanışır mıydınız, hatıranız var mı?

Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi babamı çok severdi. Özellikle, çocuk okuttuğu için çok severdi, yanından da ayırmazdı. Beni de pek severdi. Benim İlahiyat Fakültesini bitirmeme ve bu hale gelememe vesile olan Hacı Veyiszâde Hocamdır.

Gün Sazak’ın öldürülmesi darbenin kaldırım taşlarıydı Gün Sazak’ın öldürülmesi darbenin kaldırım taşlarıydı

Aziziye Camii’nde beş vakit namaz kıldırır, pazar günleri ikindi namazından sonra Hacı Fettah Camii’nde vaaz ederdi. Babam onun hayranı olduğu için oradaki vaazlarını dinlemeye giderdi. Ben de küçük ve kıymetli olduğum için beni de götürürdü. Hocam camiye körükü ile yani fayton ile gelirdi.

Konyalılar Hacı Veyiszâde Hoca’yı çok sevdikleri için hürmette ve saygıda kusur etmezlerdi. Hacı Fettah Camii’ne götürmek için bizi ve bir iki kişiyi beklerdi. Özellikle de babamı beklerdi. Babam bir gün “Yavrum hocanın arabasına biniyoruz ama utanıyorum, bugün hocadan kaçalım” dedi. Namazdan biz hocadan önce çıkıp Hacı Fettah Camii’ne doğru yürüdük. Hoca körüğe binip bizi bekleyince, “Hocam niye bekliyoruz?” diye sormuşlar.  O da “Derviş Mehmet’i bekliyoruz” deyince, bizim yürüdüğümüzü görenler arkamızdan haber getirdi, “Dönün hoca sizi bekliyor” diye. Vardık, “Neredeydiniz sahtekârlar?” dedi. “Hocam utanıyoruz” dedik. “Niye utanacaksınız, hep birlikte gidiyoruz işte” dedi. Ondan sonra beni göstererek “Bu kim Derviş Mehmet?” dedi. Babam da “Elini öper mahdum” dedi. Hacı Veyiszâde Hoca bana adımı sordu. “Adım Hasan” dedim. Hacı Veyiszâde Hocam, Hasan ile Hüseyin’i çok severdi. Sırtımı sıvazladı, “Âlim ol, fazıl ol, sırtın yere gelmesin” diye dua etti.

Temel eğitim döneminiz hangi okulda ve nasıl geçti?

Annem bir Yörük kızıydı. Okulda okumamıştı ama evi annem idare ederdi. Anneme “Yörüğün Ayış” derlerdi. Erkek gibi otoriterdi. Yörük kültürünü ve geleneklerimizi çok iyi bilirdi. Beni o yetiştirdi. Annem âlim değildi ama arifti. Ariflik ayrı şey, âlim olmak ayrı şey…

İlkokulu Çukur Mektepte, Mahmut Şevket Paşa İlkokulunda okudum. Mektebin yerinde şu anda çocuk bahçesi bulunuyor. Burası eskiden Kız Tatbikat Okulu idi. Şimdi çocuk bahçesi olan yer o zaman çukur olduğu için oradaki okula Çukur Mektep demişler. Orada tahtadan yapılmış kâgir bir yapı vardı. Hocalarımız ise bugünün anılmış hocaları idi. Mesela ilkokulda iken eski hocalardan İbrahim Bey vardı. Okulumuzun müdürü Mustafa Ketenci idi. İkinci sınıftaki hocam Parlaklar sülalesinden Müzeyyen Parlak idi.

Fakir olduğumuz için ilkokulu elin çantasıyla, elin kitabıyla okudum. Babam, zengin bir doktor olan İbrahim Yıldırım’ı tanırdı. Doktor İbrahim Bey bana tek gözlü deri bir çanta verdi ve ben ilkokulu o çantayla okudum.

İlkokulu bitirdikten sonra köye gittim ve dayılarımın yanında harmanda çalıştım. Şehir çocuğu olduğum için de o sıcakta ağzım yüzüm kavruldu. Konya’ya dönünce babam, “Oğlum okuyacak mısın?” dedi. Köydeki zorluğu görünce “Aman baba ben okuyacağım” dedim. Babam da “Gerekirse gömleğimi satıp seni okutacağım” dedi. O zaman babam matbaada mürettip olarak çalışıyordu. Annemle birlikte eski hapishanenin yanındaki Karma Ortaokuluna gittik.

Allah gani gani rahmet eylesin, müzik öğretmeni, muavin Ahmet Bey ve beden eğitimi öğretmeni, muavin Cevdet Bey vardı. Her ikisi de dört dörtlük hocalardı. “Kapıda ilân var, gerekli evrakları getirin kaydını yapalım” dediler. Tabii ilkokulu bitirdiğim ve gazetede çalıştığım için ilanın ne olduğunu biliyordum. Babam Babalık gazetesinde çalıştığı için ben kasa altlarında büyüdüm. Annem kapının orada Yılan aramaya başladı… Yaa… Evet, babam hafızdı ama annem âlim değildi; o bir arifti. “Gel anne, ilân burada” deyip panodaki ilanı gösterdim. Kayıt için istenen belgeleri tamamladık ve babam beni Karma Ortaokuluna kaydettirdi.

Hacı Veyiszâde Hocam bana “Âlim ol, fazıl ol, sırtın yere gelmesin” diye dua etmişti ya; bereketinden olsa gerek başarılı bir öğrenciydim.

Lisedeyken cebir dersinde bazen bana Ömer Faruk Mesci öğretmenimiz dersi bana anlattırırdı. Edebiyat bölümündeydim ama bazen cebir dersini ben verirdim. Kimya dersim de çok iyi idi. Osmanlıca okuyabildiğim için Darulfünun kimyasını da biliyordum. Kimyager veya eczacı olma hevesindeydim fakat bir rüya gördüm. Rüyamda üniversiteler açılmıştı. Devasa binası olan yeni yapılmış bir üniversite gördüm. Bazı bölümlerde de inşaat hâlen devam ediyordu. İki kapılı koca bir yerden girdim. Bütün dersleri dinledim fakat hiçbiri beni açmadı. Bir şekilde kapıdan çıktım ama gözüme birileri geldi. Gözüme gelen kişiyi söyleyemem ama “Evlat hoşuna gitmedi değil mi?” dedi. “Açık söylemek gerekirse hiçbiri hoşuma gitmedi” dedim. “Evlat şu siyah tespih sana emanet, ömrü billah kullan” dedi. Sabahleyin kalktım, ben İlahiyat Fakültesine gideceğim dedim. Ömer Faruk Hocam ve diğer hocalarım “Oğlum derslerin çok iyi, sen şaşırdın mı?” dediler. “Hocam ben fen bilgisini ders verecek kadar biliyorum ama diğer dersleri bilmiyorum, onun için bölüm seçimini bana bırakın” dedim. Aslında fakülteler imtihanla alıyordu ama Ankara İlahiyat Fakültesi yeni açıldığı için o yıl imtihansız aldı. Ankara’ya gittim, “Fakülteye kaydolmaya geldim” dedim. “Notların güzel ama biz seni alamayız başka yere kaydol” dediler. “Hayır, beni kaydedin, ben buranın çocuğuyum” dedim. Bu arada bir de müftü çocuğu Beyşehirli Süreyya Öten vardı. İki Konyalı Ankara İlahiyat Fakültesine yazıldık.

Annem Sakyatan’dan gelmedir. Sakyatan’da bize Kağnıcılar derler. Kağnıcılar sülalesi de Sedirler’deki Kağnıcılar Mezarlığı’nın bağışçısıdır. Sakyatan bizim yazlığımızdı. Yazın köye giderdik, kışın ise Sedirler’e gelirdik. Şu anda mezarlık olan yerde daha evvel bizim kağnıcı dükkânımız vardı. Daha düne kadar orada bizim arsalarımız vardı. Aliyenler Mezarlığı da Şatırlılarındır. O mezarın yeri Şatır köyündeki Aliyenler sülalesinin tarlasıdır.

Kağnıcılar Mezarlığı bizim tarlamızdı. Emlak vergisi çıktıktan sonra Ali dayıma dedik ki “Burası mezarlık, emlak vergisi verecek durumda değiliz, bunu belediyeye bağışlayalım, vakfedelim.” Biz o vesileyle tapulu arazimizi belediyeye mezarlık olarak vakfettik.

Bir ova köyü olan Sakyatan’ın balığı nasıl meşhur oldu?

Sakyatan Konya’nın sel yatağıydı. Karasu dediğimiz su köyün öbür yanında bazen insan boyuna ulaşırdı. Bataklıktı yani… Orada havut otu ve kamışlar biterdi. Onun için Sakyatan’da sivrisinek çoktu, yazın cibindirikle yatardık. O zaman sıtma hastalığı çoktu.

Gazi Lisesinde Beden Eğitimi Dersinden İkmale Kaldım

İsmail Oğuz Çörüş Hocam ortaokuldan sonra beni Ticaret Lisesine göndermek istemişti. Ama ben hocamı dinlemeyip bugünkü adı Konya Lisesi olan Gazi Lisesine kaydoldum. Acemi olduğum için birinci sınıfın ilk karnesinde 9 tane 4 vardı. Yani dokuz tane zayıfım vardı. O zamanlar jetler yeni çıkmıştı. Sordukları zaman 9 tane jetim var derdim. Karnemi gören akrabalar ve tanıdıklar okutmayın bunu dediler. Ben okuyacağım dedim. Yalnız cebirden ikmale kaldım. Ders aldım ve 10 alarak cebir dersini geçtim fakat beden eğitiminden sınıfta kaldım.

Ne zaman ve kiminle, nasıl evlendiniz?

Annem kız evladı olmadığı için kardeşinin çocuklarını çok severdi.  Dayımın kızını da elinde yetiştirdi. Henüz ben fakültede öğrenciyken bir gün, “Oğlum seni evereceğiz. “İki dayın var, onların da iki kızı var. Ayşe Dudu’yu ben kendi elimle büyüttüm” dedi. Ben de, “Anne geçinecek olan sensin” dedim. Sonra, ben bulgur pilavını çok severdim, “Köye gidip Ayşe Dudu’ya bir pilav pişirteyim, güzel pişirirse olur” diye bir şart koştum. Gerçekten Ayşe Dudu pilavı güzel yapmış. Konya’ya dönünce, “Tamam olur” dedim.

İş kendisine intikal edince yengem, “Hasan iyisin, hoşsun ama senin okumuşluğun var, mesleğin var. Biz Dudu’yu okutmadık, nasıl olacak?” diye sordu. Ben sözümün arkasında durdum, bunun aramızda sorun olmayacağını söyledim. Sonra annem felç oldu. Hastaneye tedavi gödü, iyileşemeyip vefat etti. Biz babamla yalnız kaldık. Ben okula gidince de babam yalnız kaldı. “Baba seni everelim” desek de bunu kabul etmedi. Bir gün Ali dayım matbaaya gelmiş ve orada konu açılmış. Babam akşam eve gelince “Oğlum basımevine dayın geldi, bir evlilik sözü var” dedi. Ben de annemle ve yengemle olan konuşmayı anlatıp, “Sen evlenmediğine göre ben evleneceğim, Ben okuldayken siz Ayşe Dudu’yla kalacaksınız, başka çaremiz yok” dedim. Böylelikle evlendik. Hanımımın yaşı 16, benim yaşım 21 idi.

DEVAM EDECEK

Kaynak: Mustafa Güden