19 Ocak günü Türkiye Büyükelçiliği Basın Müşavirliği ile TRT Bakü Temsilciliği'nin ortaklaşa organize ettikleri “Adım Adım Kafkaslar” programının “Kalanların Hikâyesi” adlı özel bölümünün gösterimi vardı. Özellikle, gösterim sonunda sahneye davet edilen asker çocuklarının gözyaşları beni çok etkiledi. Bu ruh hâliyle eve gittim. Ancak, içimde öylesine bir duygu yoğunluğu uyanmıştı ki, uykuma mani oldu. Kirpiklerim kapandığında siyah iplik beyaz iplikten ayrılmaya, karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı.

Uyandığımda ise içimde, 20 Ocak şehitlerini ziyaret etmek için alev alev bir arzu vardı. Ruhum ise anaforlar içerisindeydi.

Şehitlik çok kalabalıktı. Tören için Cumhurbaşkanı bekleniyordu, bu nedenle henüz ziyaretler başlamamıştı. İşyerime geldim. İnternete girerek günlük gazetelere bir göz atayım dedim. Yeni Şafak gazetesinde gördüğüm bir haber zihnimi ve ruh dünyamı iyice alt üst etti.

“Guantanamo'nun Yalnız Türkleri” başlıklı haberde, ABD'nin Afganistan'ı işgali sonrası, terörist şüphesiyle Guantanamo esir kampına götürülen yedi Uygur Türk'ünden bahsediliyordu. Bu yedi insan, suçsuz oldukları anlaşılıp serbest bırakıldıkları halde, -gidebilecekleri ülke olmadığı için- 3 yıldır esir kampından dışarı çıkamamışlardı Ülkeleri Doğu Türkistan işgal altındaydı. Oraya gittikleri takdirde, Çinlilerce idam edileceklerdi. Müracaat ettikleri 20 kadar ülke ise, onların sığınma taleplerini reddetmişti. Yani gidebilecekleri bir yerleri yoktu.

Bu trajik durum, bana, “vatan nedir?” sorusunu sordurdu. Hakikaten neydi vatan?

Yine bir gün önce, 19 Ocak günü, seyrettiğim filme konu olan askerlerin hatıraları canlandı gözümde. Kayseri'den, Sivas'tan, Giresun'dan, Samsun'dan! gelerek Azerbaycan'ın kurtuluşuna katılmış askerlerin, artık kendileri de birer dede olmuş çocukları, göz yaşları içinde anlatıyorlardı dönemin hikâyesini. Ve onlardan birine, Kayseri'nin İncesu ilçesi Kızılören köyünden 37 yaşında, üç çocuğunu geride bırakarak Kafkas İslam Ordusu'na gönüllü olarak katılmış redif askeri Mustafa'ya, annesinin söylediği sözler yüreğime saplandı: “Oğul, eğer, kardeşlerini kurtarmak için gittiğin o topraklarda, sırtından vurularak ölürsen, bilesin ki ak sütümü sana helal etmem!”.

Acaba, vatan neydi, ne demekti vatan?

Sonra henüz ilkokulda okuyan oğlum Ahmet Kadir'i yanıma alarak, birlikte “Şehitler Hıyabanı”na gittik. O insan seli arasına katıldık. 1918 yılında hayatını kaybeden askerler adına yapılan anıtın hemen yanındaki, mahşerde ayağa kalkmış gibi duran Karabağ Şehitlerine dua ettik, 20 Ocak Şehitlerinin huzurunda durduk, acımasız Sovyet tanklarının altında ezilen o kahramanların al kanlarını simgeleyen kırmızı karanfillerden biz de mezarlara bıraktık. Oğluma, “20 Yanvar Şehitliği”nin ilk sırasında bulunan duvaklarla süslenmiş genç kadının hikâyesini anlattım. Baktım gözlerini siliyor.

1918! Kafkas İslam Ordusu! Geri dönmeyen askerlerin Bolşevik dönemde maruz kaldıkları sürgün ve dramlar!

1990! 20 Ocak! Yaşanan insanlık trajedisi ve hemen ardından gelen şahlanış ve “dirçeliş”!

2006! Guantanamo! Esir kampından -gidecekleri vatanları olmadığı için-  ayrılamayan Uygur Türkleri!

Vatan!.. Nedir Vatan?.. Herhalde, dönebileceğin toprak ve ölebileceğin yer olsa gerek!

20 Ocak 2006 – Bakü