İnsanların fani hayattaki evleri olan Dünya’nın ömrünün üçte ikisini insan ırkı olarak tükettiğimizi düşünüyorum. Bilimsel olarak; jeologların edindiği kapsamlı ve geniş kanıtlara dayanarak, Dünya'nın yaşının yaklaşık 4.58 milyar ile 5.53 milyar yıl arasında olduğuna karar verilmiş.

Dünyanın güneşten kopan bir parça ile beraber yörüngeye bağlanarak soğuması ile oluştuğu bilinmektedir. Tabii sadece bununla sınırlı değil. Güneş sistemi etrafındaki gezegenlerin oluşumuna devam ettiği bu süreç içerisinde ciddi çarpışmalar meydana gelmiş. Ve bu çarpışmalardan birinde de Güneş’ten kopmuş bir parça olarak Dünya’nın ilk yapısı oluşmuş. Başka parçalarla çarpışmaya devam ederek ise birleşmiş ve büyümeye devam etmiş.

Ne kadar doğru bilinmez. Fakat Dünya’nın artık yetişkinliği bitirip, yaşlılığa geçtiği şüphesiz ortada…

İlk insan Hz. Âdem’den öncesine dayanan bu serüven hâlâ devamlılığını sürdürmekte lâkin ufak ufak pürüzlerin ortaya çıktığını görüyor ve bizzat yaşıyoruz. Kimler geldi, kimler geçti şu faniden… Nice hayatlara, nice hikâyelere ev sahipliği yaptı kim bilir… O kadar yıla ve insanoğlunun sorumsuzluğuna rağmen sonuna kadar cömertliğini bizlere sundu.

İlkokulda öğrendiğimiz Dünya, katmanları ve özellikleri belki o zamanlar çocuk aklı ile sadece anlık şaşırmalarımıza sebep olmuştur. Şimdilerde ise bu bilgileri oldukça ilginç ve düşünmeye ileten bir sebep olarak görüyorum.

Bizler mıknatısları daha icat bile etmemişken dünyanın merkezindeki çekirdek, gezegenin manyetik alanını oluşturduğunu bilimsel kanıtlarla öğreniyoruz. Bizler demir gibi maddelere nasıl şekil vereceğimizi hatta ateşin ne olduğunu bilmiyorken, Dünya dış çekirdeğin katılaşmasını engelleyen ısı, iç çekirdekteki radyoaktif elementlerin parçalanmasıyla üretiliyordu. Sebze, meyve yetiştirmeyi bilmiyorken yer kabuğu bize yeşillikleri sunuyor, bağrında biten ağaçlar ile ciğerlerimize canlılık veren oksijeni üretiyordu. Ve susuzluğumuzu gidermek için bitmek tükenmek bilmeyen bir döngü ile kendini yeniliyordu.

Bu kadar bilimsel alanlara değinmemin nedeni; ayağımızı bastığımız toprağa, sayısız soluduğumuz havaya, hiç aksaklık yaşamadan devam eden bu sonsuz serüvenin mucize olduğuna ve bu olağanüstü hayat evimize dikkat çekip, farklı gözle bakmamızı sağlamak istememden kaynaklı…

Güneşin bağrından kopup gelen sıcacık, samimi, ana gibi her şeye kol kanat geren Dünya yaşlanıyor ve romatizmaları, tansiyonu, şekeri, kireçlemesi, ciğer hastalıkları ortaya çıkıyor. Peki, onu hasta eden sebep ne olabilir? Sebebini dönüp biraz da kendimizde aramalı mıyız?

Şuan uzaktan uzağa yaşadığımız, evlere kapandığımız, özgürlüğümüzün kısıtlandığı hayatlarımız; çok öncelerden kendi ektiğimiz ve şuan biçmeye başladığımız mahsulden kaynaklı olabilir mi?

Dünya’nın ciğerleri tükeniyor çünkü bağrında büyüttüğü ağaçlarını göz kırpmadan kesiyoruz. Dünya’nın dizleri ağrıyor çünkü zehirli gazları gökyüzüne bırakıp, hava küreye zarar vererek küresel ısınmaya sebep açıyoruz ve buzulları eritiyoruz. Denizlere, göllere kimyasallar karıştırıyoruz. Dünya’nın düzenine çomak sokuyoruz. Sonrada diyoruz ki, “Neden bunlar başımıza geliyor?”

Fani evimiz bizlere yetemiyor ve kendini toplamak için bizlerin onu rahat bırakmasını istiyor olabilir. İnsanoğlu ilk başta duygudaşlık yapmayı örenmeli… “Hep bana…” demekten taviz vermeli…

Anne, babalar; evlatlarına… Gençler; geçen güzel yıllarına… Yetişkinler; bakmak için çabaladıkları ailelerine… Çocuklar; yaşayamadıkları hayal dünyalarına, arkadaşlıklarına hasret, uzaktan uzağa yaşamaya çalışarak her gün, aynı güne uyanarak geçiriyor ömrünü... Peki, onca olaylara rağmen düşünüp, kendimize çekidüzen veriyor muyuz?

Sorunun cevabı herkesin kendinde gizli!..