Geçen yazımızda postmodernliğin hayatımızın her yerine nüfuz ettiğinden söz etmiş, kendi mesleğimiz olan tıp üzerinden bu durumun bazı emarelerini aktarmaya başlamıştık. Özetle modernizmin “biyomedikal model” adı verilen ve hastalıkları fiziğin, kimyanın diliyle ve yöntemleriyle anlatan ve açıklayan yaklaşımının postmodern dönemde yerini “biyokültürel model”e bırakmaya başladığını söylemiştik. Devam edelim efendim...

***

Biyokültürel modele (BKM) göre sağlığı ve hastalığı belirleyen kültürel kodlar ve söylemlerdir. Bu model, özetle, inancın algıyı şekillendirdiğini, insan bedenindeki yaşamsal süreçleri değiştirdiğini öne sürüyor. 

Biyomedikal model (BMM) "hastalık" odaklıyken BKM'de “rahatsızlık” ön plana çıkar. Modernist tıpta hastalık bilim adamlarının tanımladığı bir olgudur, rahatsızlık ise bireylerin hissettiği bir şey. Hastalık sadece uzmanların bilgilerini ve deneyimlerini, belli yöntemleri ve araçları kullanarak teşhis edebildikleri bir durumdur. Rahatsızlık için bunların hiçbiri gerekmez. Hastalık fiziğin, kimyanın ve benzeri bilimlerin konusu olabilir, rakamsal, istatistiksel sonuçlarla ortaya konabilir. Rahatsızlık, bunlarla açıklanamaz, ölçülemez, değerlendirilemez.

BMM “tedavi”ye odaklanırken BKM “iyileşme”ye yoğunlaşır. Tedavi için bir doktor gerekirken iyileşme için doktor şart değildir. Bakım evindeki bir hizmetli iyileşme açısından doktordan daha değerli olabilir. Bir din adamı, bir medyum, bir şifacı ya da bir “biyoenerji uzmanı” hastalığı tedavi etmediği halde iyileşme sağlayabilir.

İyileşme kişinin rahatsızlığının azalması, kendini daha iyi hissetmesi ile yani “yaşam kalitesi”nin artışı ile ilgili bir durumdur. “Yaşam kalitesi” postmodern değerlerden biridir. Postmodern dönemde modern tıp da yaşam kalitesini bir kriter olarak kullanmaya başladı. Özellikle kanser gibi kronik hastalıkların tedavisinde artık hastanın kaç yıl yaşatılabildiğinden ziyade yaşamını kaliteli biçimde geçirip geçirmediğine değer veriliyor.

BMM hastalığı doktorun gözünden tanımlıyordu. BKM ise hastayı merkeze alıyor, onun “hikaye”sini öne çıkartıyor. Batı'da hastalık tecrübelerini anlatan binlerce kitap “best seller” oluyor. Ülkemizde de bu yönde bir eğilim var. Hatırlar mısınız bilmem, sosyolog Nevval Sevindi vardı; 1990'ların sonlarında toplantı toplantı dolaşıp meme kanseriyle ilgili hikayesini anlatırdı. Şimdi bu örnekler çoğaldı.

Tıp alanındaki postmodern emarelerden biri de güç dengelerindeki değişmedir. “Güç dengeleri” postmodernist ya da onların öncülleri sayılan postyapısalcı düşünürlerin çok önem verdikleri, araştırdıkları bir nokta. 

Modern tıp anlayışında güç doktorun elindeydi. Postmodern dönemde doktorun gücü azaldı, azalmaya da devam ediyor. Güçten pay alan ilk grup hastalar. Artık hasta istediği tedaviyi seçebiliyor çünkü daha çok bilgi sahibi. Bilgisinin kaynağını bir yandan her türlü basılı ve görsel medyaya kolayca erişebilmesi öte yandan da doktorların hastaları en ince ayrıntılara kadar bilgilendirmesi oluşturuyor. Doktorlar hastaların güç kazanmasından ziyade siyasetçilerin bunu tribünlere oynayan bir tarzda gerçekleştirmesinden, hasta ve yakınlarını kışkırtır bir üslupla açıklamasından çok rahatsızlar. 

Doktorların gücünden pay alan ikinci grup ise “ilaç-gereç sektörü”. İlginçtir, doktorlar bu “sektör”ün çaldığı güçten pek de rahatsız görünmüyorlar. Bunun nedeni sektörün elindeki bir başka güç: para. Gündelik hayatın neredeyse her yönü tıbbın konusu haline getirildikçe semiren bu sektör artık doktorları yönlendirerek yeni hastalıklar icat eden bir konuma yükseldi. Kazandıklarının çok az bir bölümünü doktorlara rüşvet, şerefiye, araştırma desteği, kongre sponsorluğu gibi adlarla paylaşmayı sürdürdükçe doktorların çoğunluğunun bu güç çalmadan şikayetçi olmaları uzak bir ihtimal.

Konu köşemizi bir hafta daha meşgul edecek gibi görünüyor ...

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)