DÜŞÜNCEN GÜLSE GÜL BAHÇESİSİN
Dervişin biri ufuk ufuk, il il seyahate çıkmıştı. Bir gece bir tekkenin misafirhanesinde konuk oldu. Kur'an'da Yeryüzünde seyahat ediniz buyrulduğu gibi Peygamberimiz de Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz demiştir.
Gönül eri derviş, merkebini tekkenin ahırına bağladıktan sonra sofada sedirin başköşesine geçip oturdu. Oradaki yol eri dostlarla gönül sohbetine daldı.
Gönül ehli ile görüşüp konuşma Hakk'a ve gerçeğe doğru bir seferdir.
Sana duvar görünen, azizlere kapıdır. Sana taş görünen onlara incidir.
Senin aynada gördüğünü arifler daha önce bir kerpicin yüzünde görürler.
Dervişle merkebinin hikâyesini dinle, samandan taneyi ayır.
Misafir için sofra kurdular. Derviş, sofrayı görünce merkebini hatırladı. Tekkenin hizmetçisine:
-Ahıra git, merkebime arpa ve saman ver, dedi. Hizmetçi biraz da karnından konuşarak:
-Allah, Allah, bu söze ne gerek var? Eskiden beri bu benim işim, dedi. Derviş devamla:
-Önce arpasını ıslat, çünkü zavallı eşeğim biraz yaşlı, dişleri zayıftır, deyince hizmetli:
-Azizim, ne diyorsun? Bu işi herkes benden öğrenir.
Dervişin, titizlikle tembihi devam ediyordu:
-Size zahmet önce sırtından palanını al, sırtının yarasına biraz bise sür.
-Allah aşkına bu hikmetleri bırak. Bana senin gibi binlerce misafir geldi. Hepsi de bizden memnun ayrıldı. Misafir bize akrabadan yakın, canımız yerinedir.
Derviş usanmadan:
-Merkebe su ver, fakat fazla soğuk olmasın.
-Artık utanıyorum.
-Merkebin samanına azıcık arpa karıştır.
-Efendi, sözü kısa kes.
-Merkebin yerini süpür, altında taş ve yaş gübre bulunmasın. Islaksa az kuru toprak serp.
-Efendibaba, iş bilen ve aklı ereni gönder de tavsiyede bulunma. O yapacağı işi ve sözü bilir.
-Kaşağıyı al, merkebin sırtını kaşağıla.
Hizmetçi iyiden iyiye bezmişti:
-Baba, artık utan! Dedikten sonra eteklerini beline sokup: Gidip önce arpa ve saman getireyim, deyip çıktı. Fakat ahırı da merkebi de unuttu. Hizmetçi, misafirhanenin başka bir odasındaki birkaç külhanbeyinin şaka ve palavralarını dinleyerek eğlenceye dalıp ahırı da merkebi de unuttu. Arpa saman getireyim derken dervişi tavşan uykusu ile (gözü açık uyanık görünerek) aldattı.
Derviş, yol yorgunuydu. Uzandığı sedirde adeta gözü açık rüyalar görmeğe başladı. Merkebi bir kurdun pençesi altında kıvranıyordu. Uyandı: Allah korusun. Bu nasıl rüya, acaba o şefkatli hizmetçi nerede? Derken tekrar daldı. Yine rüyasında merkebi yolda kah çamura, kah çukura düşüyordu. Kötü rüyalar sonunda Fâtiha okuyup Hakk'a sığınıyordu.
Yanında kimse yoktu, herkes odasına çekilip kapısını çoktan kapatmıştı. Kendi kendine:
-Ne yapmalı, şimdi kimseyi rahatsız etmek olmaz. Bu korkulu, dehşetli rüyalar neden? Acaba o dost yüzlü hizmetçi nerede? Beraber tuz ekmek yedik. Ona iyiliğim dokundu, diyordu.
Derviş yanına bir dost arıyordu ama gecenin bu vakti nerede bulacaktı? İyi adamdan kötülük gelmez mi? Hazret-i Âdem şeytana ne kötülük yaptı ki onun hilesine uğradı?
Akrebin sokması kininden dolayı değil, huyu icabıdır.
İnsan yılan ve akrebe ne yaptı ki onu sokup öldürüyor? Kurdun yırtıcılığı yaratılışındandır.
Derviş içinden pişmanlık duyuyor: Kötü düşünmek hatadır. Din kardeşim için nasıl böyle düşünürüm, diyordu.
Derviş bu düşünceler içindeyken merkebi ne haldeydi bilseniz, düşmanların cezası böyle olsun, derdiniz.
Zavallı merkep çamur gibi vıcık vıcık gübre ve taşın üstünde, palanı bir yana devrilmiş, palanının ipi sırtının yarasını biçmiş, yol yorgunluğu ile samansız, susuz perişan duruyordu. Kıpırdadıkça canı yanıyor, ölmekle yaşamak arasında can çekişiyordu. Bütün gece kendi diliyle: Ey Rabbim, arpadan vazgeçtim, bir avuç saman lütfet diye duâ ediyordu. Yine kendince: Ey büyükler, halime acıyın. Bu ham ve terbiyesiz hizmetçinin elinde yandım, diyordu. Merkebin gece boyu çektiği azabı karada yaşayan bir kuş sel suyuna kapılsa ancak çekebilirdi. Zavallı eşek sabaha kadar acıyla döndü, kıvrandı durdu.
Sabah olunca hizmetçi ahıra girdi, palanını doğrultup ipini sıktı. Kenarda ucuna sivri çivi çakılı enbel denilen sopayı eline alıp bir iki de dürttü merkebin canını iyice yaktı. Merkep can acısıyla yerinden fırlıyordu. Ama bîçarenin dili yoktu ki hâlini anlatabilsin.
Sabah olup tekkedekilerle vedalaştıktan sonra derviş merkebine binip bir kervanla beraber yola koyuldu. Ama merkepte eski hal yoktu. İki adımda bir kapaklanıp düşecek gibi oluyordu. Kervancıbaşı:
-Bu merkep hasta, dedi. Kervandakiler de aynı kanaatteydi. Yolculardan biri:
-Durun hele ben kulağını bir çekeyim deyip zavallı merkebin kulağını burarak sıkıca tutup şiddetle çekiyordu. Bir başkası:
-Hele ağzına bakalım damağında yara mı var? Diye eza ile ağzını açıp bakıyor. Diğer biri; Nalının çivisi mi düştü? Diyerek ayağına bakıyor, gözünde leke mi var? Diye gözünü inceledikten sonra:
-Şeyh efendi, buna ne oldu? Dün, çok şükür merkebim iyi demiyor muydun? Dediler. Derviş:
-Merkebin gece yemi lâ havle olduğu için tesbih çekti, şimdi de velâ kuvvete kuvvetsiz kalıp secde ediyor, dedi.
Ey kardeş, sen düşünceden ibaretsin, ondan başkası kemik ve sinirdir.
Düşüncen gülse gül bahçesin, dikense hamam odunu.
Gül suyu gibi hoşsan başlarına ve yüzlerine sürerler, idrar gibi pissen dışarıya atarlar.
Halil İbrahim Peygamber: Ben ay, yıldız ve güneş gibi batan şeyleri, sonu yok olan ve yok olacak şeyleri sevmem, dedi. (Şerh-i Mesnevi, c.6,s.58-113 / Mesnevi13)
(Yaşar Çalışkan, Kızıl Postun Eşiğinde Hz. Mevlânâ'dan Seçme Hikâyeler, Nüve Yayınları, Konya, 2008)