Ev hayatında da müşfik bir eş, baba ve dede olan Mehmet Savaş hocamız, vaaz ve nasihatlarında ana-baba, karı-koca, komşu, çocuk, hemşeri hakları üzerinde ısrarla durur. Mehmet Savaş Hocamız, Haseki Eğitim Merkezinde resmî olarak 18.08.1976-21.04.2003 tarihleri arasında görev yapmıştır. Emeklilikten sonra da ders vermeye, talebe yetiştirmeye devam etmektedir. Allah sağlıklı uzun ömürler versin, talebelerinin feyzini artırsın.

(Aşağıdaki kısa yazı, Mehmet Savaş hocamızla yapılan mülakattan derlendiğinden, kendi ifadelerinden oluşmaktadır.)

1938 yılında, Konya’nın batısında şehir merkezine kırk kilometre uzaklıkta eski adıyla Kızılviran yeni adıyla Kızılören beldesinde doğdum.

Yıl 1945’lerin sonları, II. Dünya Harbi günleri... Camilerde kandil yakıldığı için pencerelere seccade asılarak namaz kılındığı bir dönem... O yıllarda babam üç arkadaşımla beraber beni mahalle imamı Mehmet Efendi’ye Kur’an öğrenmemiz için götürürdü. O dönemlerde Kur’an okumak, okutmak ve buna teşebbüs etmek suç teşkil ediyordu. Köydeki karakolun ve nahiye müdürünün üzerimizde zaman zaman baskısı oluyordu. Mahalle imamı bir küçük odacıkta bizi Kur’an eğitimine başlattı. Jandarma korkusuyla kaçıp dağıldığımız
günlerde eğitimimiz aksıyordu. Bütün bu sıkıntılara rağmen 6 ay sonra Kur’an-ı Kerim’i neredeyse hatmetmek üzereydik. Caminin dışında eğitim yasak olduğu için kışın sabah namazından sonra kadın-erkek hep beraber camiye gelinirdi. Hocaefendi o günkü şartlarda namaz surelerini baştan sona sırasıyla tüm cemaate öğretirdi. Ya kendisi ayağa kalkar ya da bir bilenden kalkmasını talep eder ve 32 farzı saydırırdı. Namazın şartlarını, gusülün şartlarını, imanın şartlarını hatta bazen de nasıl abdest alınacağını, nasıl gusül yapılacağını gençlere uygulamalı olarak gösterirdi. Çünkü anne ve babaların çocuklarına namaz

surelerini ve adabını öğretme konusunda yardımcı olamadığı görülüyordu.

Bir taraftan da ilkokula devam ederken, diğer taraftan hafızlık yapıyordum. 1948 yılında hafızlığı bitirdim. 1952 yılında ilim tahsili için Konya’ya gittik. İğretli Hacı Mustafa Efendi’nin dükkânında öğleden sonraları Arapça dersler okumaya da başladık. Dükkânda verimli olmadığı için kışın Sultan Selim’in yanındaki evinin altında küçük bir odada bize ders verirdi. Oraya gider gelirdik. Sayımız azdı; bazen iki, bazen üç kişi oluyorduk. Hocaefendi soğuk odada bize; Arapça’dan Maksûd, Avâmil, İzhâr ve Halebî’den de bazı bölümler okutmaya başladı.

1953 yılının Ocak ayında- Altınçeşme Kur’an Kursu’ndan resmî hafızlık diploması aldım.

16-17 yaşlarında 1954 yılında, yurtdışına gitme hevesi geldi, ama pasaportla yurtdışına gidileceğini bile bilmiyordum. Hatay’a, Antep’e Kilis’e bir arkadaşla trenle gittik, sonra sınırdan yürüyerek Suriye sınırından geçerek Halep’e geldik. Ancak Cebimde Suriye parası yok ki ekmek alayım. Barınacak yer yok, kalacak yer yok, yağmur yağıyor… Orada üzgün üzgün dolaşmaya başladım, bir taraftan da gece yarısı nereye sığınabilirim, diye kara kara düşünüyorum. Kapısına konulduğum medresenin arkasında Halep hapishanesi var. Nöbet tutan asker veya jandarmalar gece yarısı tek başına dolaştığım için çağırırlar, “Kimsin sen? Hüviyetini ver.” derler, kendimizi yakalatırız korkusuyla aşağıya doğru indim. Bir baktım ki geniş bir cadde alabildiğine uzayıp gidiyor. O caddede yağmur altında aşağı-yukarı yürümeye başladım; ama yürümekle zaman geçmiyor. İsmini daha sonra öğrendiğim Kasta’l-Harâmî Camii yolundaki bir inşaata sığındım. Şükür ki yağmurdan kurtulmuştum. Orada ıslak elbiseyle sabahladım. Sabah namazını kılmak için bir camiye gittim. Namazdan sonra baktım ki herkes camide hasırlar üzerine yatıyor, ben de yatayım dedim. Temizlik yapacaklarını söylediler ve beni dışarıya çıkardılar. Orada da yatırmadılar. Ertesi gün Zaman zaman yağmur da yağıyordu. Çaresiz yollarda yürümeye başladım. Bir de baktım orada bir mezarlık var. Fakat mezarlıkta ağaç yok, büyük mermerler var. Bir taraftan rüzgâr da esiyor. Yağmurdan ve rüzgârdan korunmak için bir süre mezarlığa sığındım. Ama hava soğuk, affedersiniz kedi, köpek gibi hayvanlar da geliyor. Burada pek fazla kalamadım. Bir mezarın mermerine sığınmayı denedim, olmadı; üstüm başım daha fazla çamur oldu. Temizleyecek yer yok, imkân yok; su içeceğim, çeşme yok, ekmek alacak yer yok. Oradan yine kalenin civarına döndüm. Baktım bir yerde pamuk balyaları var, onların arasına gizlendim ve o geceyi orada geçirdim. O günlerde mektubunda yazdığı bir şiir Savaş Hoca’nın hâlet-i ruhiyyesini yansıtması bakımından önemli: (1955 kışı) “Haleb’in dağlarında bülbüller öter,

Burada hasretlik bağrımı deler,

Benim için Konya’da anam hasretlik çeker,

Ötme garip bülbül ötme, ben buralı değilim.

1955 yazının başında konyaya döndüm ve sonbahara kadar 2,5-3 ay kadar Konya’da kaldım.

Şam’da Fethü’l-İslamî Medresesi, bugün üniversitesi olan bir medrese; fakat bu üniversite Ezher’e bağlı özel üniversite statüsünde. 1957’nin sonu 1958’e girerken okulun bitişiğindeki Dengiz Camii imamı olan Muhammed Derhabani, kendi yerine görev yapmak üzere beni o camiye vekil imam tayin etti. Burada 13-14 yıl vekil imamlık yaptık ve aldığımız cüzi bir ücretle hayatımızı idame ettirmeye çalıştık.

Rahmetli hocamız Abdulvehhâb Dibsuzeyt, Kur’an eğitiminde ve özellikle Hanefi fıkhında büyük şöhrete sahip bir zattı. Bize Hanefi fıkhı okutuyordu. Suriye’den ayrılıncaya kadar bu hocaefendiyi bırakmadık. Fıkha karşı olan sevgim ona karşı duyduğum saygı ve bağlılıktan kaynaklanır. Hocalarımız arasında bugün birçok değerli kitabın basımına öncülük eden Daru’l-fikr müessesesinin ortaklarından birinin babası ve hemen hemen o okulda okuyan bütün Türk talebelere tefsir ve hadis hocalığı yapan Abdurrahman ez-Zu’bi (et-Tıybi) de vardı. Şeyh Halid Cibâvî diye bir hocaefendiden okul içinde ve okul dışında Arapça dersleri aldık. Mahedü’l-Ulûmi’ş-Şer’iyye bitirdik. Şam İlahiyat fakültesi ve Eğitim fakültesini bitirdik.

1970 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Konya’da, Afyon Bolvadin’de imam hatip okullarında öğretmenlik ve müdürlük yaptım. Bolvadin’de İmam-Hatip Lisesinde öğretmen iken Bolu’da eğitim merkezine, müftüler seminerine fetva usulü dersi vermek üzere davet edildim 1975 yılında İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı Haseki Eğitim merkezine tayin edildim.

Haseki Eğitim Merkezi açıldı, Diyanette öğretmen kadrosu diye bir kadro da yoktu. Bir tek öğretmen kadrosu varmış. O kadroyu da bana vermişler. Devlet memuru olmayan hocalar vardı. Mesela, uzun yıllar Mısır’da kalmış; birikimi, görgüsü olan; insan sarrafı diyebileceğimiz rahmetli Ali Yakup Cenkçiler, aslen Yugoslavya’dan Mısır’a, Mısır’dan da Türkiye’ye gelip yerleşmiş bir kişidir. Bu hocaefendi daha çok tefsir ağırlıklı derslere giriyordu. Urfa Müftüsü olarak görev yaparken selis bir Arapça konuşması olduğundan Halil Günenç hocaefendiyi Urfa Müftülüğünden alıp burada görevlendirdiler. Rahmetli Emin Saraç hoca hadis dersine geliyordu. Daha sonraları yine rahmetli Ahmet Muhtar Büyükçınar geldi. Ondan evvel yine Mısır’da ve Bağdat’ta okuyan Maraş Müftüsü bir arkadaş burada altı ay kadar belagat derslerine girdi. O zamanki Fatih Müftüsü Ömer Biçer de bir ara hadis dersine geldi. Peygamber makamı kürsülerin doldurabilmesi, din hizmetinin bihakkın ifa edilebilmesi için Tefsire, Hadise, Fıkha ve bazı ilimlere yönelik faaliyet gösteren bu müessesenin açılması lüzumu ortaya çıkmıştır.

Diyanet yalnız İstanbul Haseki’de değil, Konya’da da Haseki Eğitim Merkezi açıldı. Hatta Türkiye’ye bu misyon yayıldı. Ayrıca kıraat şubeleri de açıldı. Dolayısıyla din eğitimi alanında önemli bir boşluk dolduruldu.

SURİYE İLE TARİHİ BAĞLAR

Halep’te ve Şam’da her şeyin güzeline, iyisine İstanbûlî, yani İstanbullu derler. Portakal iyiyse yafa portakalıdır, İstanbûlîdir. Yunan zeytini iridir, güzeldir, fakat Yunan zeytini demezler, İstanbûlî derler. İnsanlardan olgununa efendi-yi İstanbûlî, yani İstanbul Efendisi derler. Hanımlar için de öyle; yiyecekler, giyecekler için de öyle. Her şeyin güzeli, iyisi İstanbullu oluyor. İstanbul, Suriyelilerin nazarında bütün güzelliklerin ölçüsü olmuştur.

DİN GÖREVLİSİNİN (HADEME-İ HAYRATIN) MİSYONU, FETVA USÛLÜ

“Arkadaşların Peygamber ahlakıyla ahlaklanması gerekir.” Çünkü o bu görevi farkında olsa da olmasa da Peygamber makamında Peygamber’in varisi olarak yapıyor. Namazda nereye duruyor? Mihraba duruyor. Mihrabın ilk sahibi kim?  Hz. Peygamber. Kur’an’da, ahlakta ve bilgide onun mümessili olacak. Peygamber’e vahiy iniyordu. Ona vahiy inmeyecek; ama o vahyin ruhunu özümsemiş olarak bunu halka yaşamıyla anlatacak bir imam olması lazım. Yani duyduğu ezan sesiyle ilahi çağrıya uyarak Allah’ın evine gelen kişiyi, Peygamber hitabına yakışmayacak bir hitap şekliyle azarlarcasına, cemaati nefret ettirmeye kimsenin hakkı yoktur. Bu hocalık da değildir. Bu imamlık da değil, müftülük de değildir. Bazı imamların hurafe anlatmalarına gelince iki sebebi var; biri dediğiniz gibi hazırlıksız olması ve bilgi yetersizliği, ikincisi ise cemaatin kalbinde taht kurmaya yönelik bir düşüncedir. Yani hiçbir kimse sırf kendisini sevdirebilmek ve dinletebilmek için hurafeler anlatamaz, anlatmamalıdır.”

Hoca kırk yıldır Hidaye okutmaktadır. Zira Bir kimse Hidâye’yi okuyup anlayabilirse Hanefi mezhebinde anlayamayacağı başka bir kaynak kalmaz. Hidâye kitabının yazılış tarihinin eski olması, diğer birçok kitaba kaynak teşkil etmesi hem de Hidâye’nin böyle yetkin bir kitap olması bakımından.”

Fıkıh meselelerine fıkıh içinde kalarak zamanın şartlarına göre hüküm üretebilmek, fetva verebilmek, bir fıkıh melekesine sahip olmayı gerektirir. Bu melekeyi de basit birkaç kitap okumakla elde etmek mümkün değildir. Hatta derler ki: “İbn Hazm büyük bir ilim adamıdır. Fıkıhta, tarihte, hadiste, usul-i fıkıhta fakat kendisi belirli bir meşrebi mezhebi savunduğu için hadis ve ayetlerin zahiri ile iktifa etmek suretiyle pek fazla açılıma yer vermedi.” Şartlar onlarda mahduttur. Neden? Hadislerin metnine sadık kalarak bu metin dışında bir içtihatla, bir illet bularak meseleyi çoğaltmayı düşünmemişler. Derler ki: “İbn Hazm’ın fetvasına pek fazla itibar edilmez. Sebebi ise hoca önünde, bir mürşit önünde ikmal-i nüsah etmeden kendisini fıkha vermiş ibareden fıkıh almış. Hoca elinden almamış, almadığı için bir meseleye bugün bir fetva verir, iki gün sonra aynı mesele hakkında görüşü değişir başka bir fetva verir. Fetvada iktidarsızlığının tutarsızlığının sebebi, kaynak kitapları o günlerin Endülüs şartlarında okuyamamış olmasından kaynaklanır.” İmam-ı Şafii’ye nispet edilen bir beyitte ilim yapmanın altı şartından söz edilir. Bunlar arasında irşad-ı üstaz da şart olarak yer alır. Yani kendisine rehberlik eden fıkıh terim ve ıstılahlarını öğrenciye bir sır olarak öğretip onun meseleleri değerlendirmesine, kaynaklardan istifade etmesine, yeni meselelere çözüm üretmesine yardımcı olmak gerekir. O kitaptaki meseleler ise mahduttur. İnsan mahdut olan meselelerle mahdut olmayan olayların fetvasını vermede zorlanır. Ancak oradan alacağı bilgi ve birikimlerle çözüm üretmek gerekir. O eski metinlerle yetinerek yeni meselelere fıkıh veya çağdaş meselelere bir üretimde bulunmak doğru olmaz. Onları bilenin fetvasına güvenilir. Bu benim ve hocalarımızın kanaatidir. Yani basit bir fıkıh ibaresine vakıf olamayan, çözümde zorlanan kişinin içtihat adı altında meselelere cevap vermesi ve cevap bulması veya bazen televizyon ekranlarında da arzı endam etmeleri doğru değildir.”

Günümüzde meseleler o kadar karmaşık bir hâl almıştır ki bir mezhebin kuralları o meseleyi müspet yönde çözmeye yetmiyor, bir başka mezhep o mezhebin menfi görüşü karşısında meseleye deliller açısından daha müspet bakabiliyor. İslam fıkhının bütününü bir eczane olarak görürsek vatandaşın karşılaştığı problemin, hastalık ve ağrılarının ilaçları oradadır. Müftü de orada doktordan aldığı tavsiyeye göre eczacı rolündedir.

Yeni yeni bir diriliş var. Yeni bir uyanış var. Bir yeni “nehda fikriyye” var. Bu iyiye doğru gidiyor. Bugün doktora tezleri, profesörlük çalışmaları ile binlerce ilmî üretim yapılıyor. İslam fıkhının kısmen uygulandığı Abbasi Dönemi’nde, siyasi kargaşalar, siyasi kavgalar, hatta harbe varan iç savaşların olduğu o dönemde Avrupa’nın Rönesans’a gitmesinde birinci kaynak, Müslümanlardan elde ettikleri ilmî donelerdi. Fizikte öyle, tıpta öyle, felsefede öyle ve birçok alanda öyledir. Hatta bugün Batı dünyasında felsefede, matematikte Harezmî veya diğerlerinin kullandığı terimler kullanılır. Demek ki bizi geri bırakan bizim ilmimiz, bizim fıkhımız değil. O fıkhı kullanamama, o kafayı İslami ölçülerde kullanarak bir üretime gitmeme ve iç meselelerde birbirleriyle uğraşmadır.”

Prof. Dr. Adem ESEN

Editör: TE Bilişim