Arabesk bir millet olduğumuzu düşünmüşümdür hep. Ne kadar kaçarsak kaçalım, mantığımızı kullanma, onunla hareket etme konusunda istediğimiz kadar eğitelim kendimizi, şartlandıralım hatta... Nafile... Hüznü tercih etmekten vazgeçemiyoruz. Dizilerimize bir bakalım, yaptığımız filmler, şarkılar, haber bültenlerimiz, gazeteler, hepsinde hakim duygu hüzün. Bizi ağlatan şeylere bağlılığımız ya da bağımlılığımız artıyor. Gözlerimizi kan çanağına çeviren dizileri-filmleri hatırlarız hep. Komediler güldürür bizi, o anda kalırlar, gelmezler bizimle geleceğe. Gerçek hayat da çok farklı değildir. Bizi mutlu eden şeyleri çok da dikkate almayız. İlla hüzün, illa gözyaşı, illa kalp çarpıntısı. Yaşadığımızı hissediyoruz sanki bunlarla... Külçe gibi ağırlaşan ve yavaş atan bir kalp, geçmek bilmeyen zaman, bitmek bilmeyen geceler, dinmek bilmeyen gözyaşları, bölünen uykular, teselli veren dostlar, bize sanki bizi hatırlatıyor. Kendimize ait hissediyoruz böyle zamanları, kendimize, ta içerilere yolculuk yaptığımız ‘ ayrıcalıklar’ olarak görüyoruz.

Fotoğraf makinesine refleks olarak gülümseriz, mutlu bir sofrayı ya da oturmayı resmeder, paylaşırız, herkese mal olur o zamanlar. Ama hüznün ruhumuzu ve bedenimizi ele geçirdiği zamanlar, tek başımıza dahi kalabalık geldiğimiz anlar, bizimdir. Konuşmalar azalır, edeb çoğalır, açıklamalar yerini kabullenmelere bırakır. Etrafın söylediklerini, hüznün verdiği olgunlukla, çoğu zaman bir baş selamıyla karşılarız. Kaybetmeler acıtmaz artık, vazgeçmeler kolaylaşır, uzaklaşmalar çoğalır, geride kalanlar küçülür, artık zaman ve öncelik hüznündür.

Hükmünü sürer, anlatacaklarını anlatır, öğreteceklerini öğretir, derinleştirir velhasıl, yıkar, yakar, sanki hiç gitmeyecekmiş gibi hissettirir ama öyle değildir, zalim değildir hüzün...gelir ve geçer...

Eski Tolstoy kitapları ve Milton’un ‘Kayıp Cennet’i...

İlginçtir, edebiyat sevgimi, başka edebiyatlardan edindim ben. Türk edebiyatı çok sarmazdı beni, hele de düzyazıda. Türk edebiyatını sevmeye başlamam, şiire ilgi duymaya başladığım zamana denk düşer,üniversite yıllarımın ikinci yarısı, 90’lı yılların sonu. İlk, Rus edebiyatıyla tanıştım kalın romanlarla... Yazmayı ve konuşmayı da ünlü Rus romancı Tolstoy ile sevdim. Düşünürdü aynı zamanda, ama öyle teorileştirdiği bir eseri ya da tarzı yoktu. Bilgeliğini hayatın tam ortasından, basit hikayelere yayarak verirdi. Tolstoy okumaya başladığımda lisedeydim. Üniversitede de devam etti bu ilgim, öyle ki arkadaşlar adımı adının yanına ekleyip Tolstoyevfik derlerdi. Sevenlerim hediye olarak onun kitaplarını aldılar. Kimisi, okunmuşlarını aldı. Şiire ilgi duymaya başladığımda, şiir ezberlemeye başladım. İlk ezberlediğim şiir Mona Roza’ydı, Sezai Karakoç’un, hüzünlü bir aşktan sonra yazdığı ve her kıtanın ilk harfini yanyana getirdiğinizde sevdiği insanın adını bulduğunuz şiiri. Sezai Bey’in, bu şiiri ona  yazdıran olayların ardından evlenmediğini duymuştum, o yaşlarda sarsılmıştım, nasıl olur diye anlayamamıştım.

Yükseklisansımı İngiliz Edebiyatı üzerine yaparken John Milton isminde gözleri görmeyen bir şair tanıdım. Çocuk yaştayken, Mardin’de,  rahmetli babamla izlediğimiz  Samson ve Delilah isimli bir filmin ona ait bir şiirden esinlendiğini öğrendiğimde başladı bu ilgi. Bu şairi incelerken, baba yadigarı bir şeyle uğraşıyordum sanki, mutlu oluyordum. Okuduğum bütün edebi eleştiri kitapları Milton’un ustalık başyapıtının ‘Paradise Lost’ isimli bir şiir olduğunu söylüyordu. Bense, babamla olan anımıza sadık kalmak için Samson ve Delilah olduğunu savunuyordum ki, bu edebi eleştiri dersinden kalma riskini barındırıyordu.

Paradise Lost, cenneti hiç bir emek, çaba hatta dua olmaksızın elde etmesinden sonra onu kaybeden adamın hikayesini anlatıyordu. Yani Hz Adem’i... yani insanı... Hz Adem (as)’ın cennetten kovulması nankörlüğünden miydi? Kıymet bilmezliğinden miydi? Açgözlülüğünden miydi diye sorular geliyor aklıma. Hiçbiri değildi demek geliyor içimden, tefsir üstadlarının alanlarına girmekten çekinerek. Hz Adem (as), aldandı. Yaptığını riskli birşey olarak görmedi, belki kabahat olarak dahi görmemişti, sonuçları hesap edemedi. Akıl nimeti verilmişti, cennet nimeti verilmişti, cömertçe verilmişti hem de, haketmek için birşey yapmadan, lutfedilmişti, ihsan edilmişti. Sadece orada o nimetin şükrüyle keyfine varmaktı ona düşen ama o aldandı ve kovuldu. Bundan sonra insanoğlu hep babasına çekti... sürekli aldandı...

Cevaplı Şiirler ve Çerçeveler

Cevap şiirleri edebiyatta yaygın olmasa da kullanılan bir türdür. Şiirin üstadı Necip Fazıl kullanmıştır bu tekniği. ‘Soru’ isimli şiirine ‘Cevap’ isimli şiiri yazmıştır. Önce ‘Beklenen’ şiirini yazmış ardına ‘Beklenen’ isimli şiiri eklemiştir. Şiir yazmak hissetme işidir, biraz da kimya... Kalbinizi harekete geçiren bir duygu, şimşek hızıyla beyninize ulaşır ve kelimeler gergef gergef duygularla dokunur.

Önemli bir iştir şiir, ciddi bir eylemdir... Kolay değildir, elbette. Cevabi şiirleri yazmak, hele ki, daha zordur... Soru şiirlerini yazarken düşünceye, duyguya ihtiyaç çoktur, lakin cevabi şiire zekayı eklemek, gerektir.  Hem kalbiniz çarpacak, hem kelimeler saygıyla hizaya geçecek hem de yazılmış şiir, bunda karşılık bulacak... Ayrıcalıktır, şanstır, kıymettir, uzun lafın kısası okyanusun dibinde saklı inci gibi nadidedir.

Şiir yazabiliyorsanız ve yazdıysanız, zihninize ve yüreğinize önemli bir güzellik yapıyorsunuzdur. Anlam buluyor, anlam katıyorsunuzdur varoluşunuza.

Sizin için şiir yazan biri olduysa bu hayatta, şanslısınızdır... Birinin kalbine ve aklına ve sözlerine konu ve konuk olmak bu dünyada önemli zenginliktir.

Hele ki, birine şiir yazabildiyseniz ve de o şiire cevap yazıldıysa siz bu dünyadan çokça nasip almışınızdır. Dilinizde şükür,  gözlerinizde her daim nem olmalıdır. Siz, şairlere dost, manaya arkadaş olmuşsunuzdur. Çoklukla yokluk, varlıkla hiçlik, uzakla yakın, vuslatla firak arasındaki mesafeyi kapatmışsınızdır, ve’s-Selam...