Çaresizliğin nasıl elim bir hal olduğunu anlayan cariye, sevdiğini asla unutamadığı, unutmak ne kelime bunu aklına bile getirmediği o kasvet anında başka bir şeyi daha hatırladığında ve hatırladığı şey kendine has bir meziyet olduğunda ilk kez okuyup yazabildiğine şükretmişti.
Söz dilden dökülmeyince, yazı kelamdan akmaz mıydı, bakış bakışa eklenmese de söz söze kavuşmaz mıydı? Mahlası Selimî idi sultanın. Sözden çok yazıdan; bakıştan çok dizeden anlamaz mıydı? Olur mu olurdu. Neden olmasındı?
Çadırın İran işi halısında yalın ayakla dolaşan cariye canına düşmüş olan titremeyi en çok da o an hissetmişti. Hissetmekle kalmamış, artık bu sırrı saklayamayacağını anlamıştı.
Aklına bu gerçek düştüğünde, aşkını ilandan çok ifşa etmesi gerektiğini anladı kadın. Adı hiçbir kıssada aleni bir gerçeklikle belirtilmese de, ait olduğu zümrenin genel kabulü ile anılıyor, Cariye deniyordu. Ve ne yaparsa yapsın kadın oluşu ile sevmiş olsa da, hükmü cariyeden öte geçemiyordu.
Bu gerçeği en çok da kendisi bildiğinde ve belki de cesaretini bu bilginliğinden alarak koşmuştu Sultan'ın rahlesine. Bir fetihte bile binlerce canı teninden ayıran hükümdar, bir cariyenin daha canını alsa, üstelik bu cariye Sultan'ı çok sevmiş olsa ne değişirdi? Nil nehri mesela, akmaz mıydı eskisi kadar duru ve berrak. Adına yüklenmiş kutsallık silinir miydi? Sadece ismini duymuş olduğu denizleri dalgakıranlar mı incitirdi. Adına bile hayran olduğu İstanbul'u rüzgâr mı korkuturdu geceleri?
Bu aşkı cariyenin yüreğine koyan Allah şahit ki, Yavuz Selim onun canını alsa, gecenin karanlığına sığınıp itiraz olsun diye bir yaprak titremezdi. Buna kimse cesaret edemezdi. Ama öyle bile olsa, hacmine soru ekinin ağırlığını yüklemiş olan tek bir cümle hakkı vardı cariyenin. Bu kadarı revaydı.
Kamışı eline aldığında, Ey efendim, ey yüceler yücesi, sultanlar sultanı efendim. Ey gönlümün efendisi, ömrümün efendisi! Ey cariyesi oluşuyla ilk kez sultanlık sürdüğüm efendim! diye başlayacaktı, başlayamadı. Zira yazının hükmü sözden daha ağırdı. Sanki mübalağası olmadan, bir tek soru cümlesine izin vardı.
Seven gönül neylesin?
O da bu kadardı.
Sorunun yazıldığı kâğıt da mürekkep ve kamış da yine sultanındı. Ama tek sahiplik eki koyabileceği sorusunu, otağın direğinde bir çiviye iliştirdi. Sadece buydu elinden gelen. Ötesi beklemekti.
Kim bilebilirdi doğuştan hükümdar olanın taliplisinin, doğuştan bir cariye olacağını. Akıl işi olmadığı gibi, ihtimal de verilmezdi. Ama asıl ihtimalsizlik cariyenin gönlüne düşmüş aşkta değil, sultanın diline düşmüş sözdeydi. Belki de bu yüzden sadece bir gece beklemesi gerekti cariyenin. Ve sadece bir güneş doğumu kadar sonra, sorusunun altına yazılmış, mahlası olmasa da, adı el yazısının güzelliğinden anlaşılan bir cevap düşülmüştü.
Sevdiğini söylesin.
Bu ne ince bir cevaptı da, söylemeye cesareti yoktu cariyenin. Cesaretin olmadığı yerde elbette ki korku olurdu. Kâğıda yazılmış olan ikinci sorunun ağırlığı da korku denen o lânetli duygudan ileri geliyordu.
Korkuyorsa neylesin?
Bu sorudan sonra her şeyin şahidi olan, gövdesinde cariye ve sultanın el yazısını taşımış olan ağaç, Mevla izin verse yıllar önce kesilmiş, öz suyu kurutulmuş olduğuna bakmadan, dile gelip anlatacaktı bütün hikâyeyi. Ama yazılan gibi, yaşanacağın da önüne geçilmezdi. Bu yüzden ki cariyenin bir gece daha beklemesi gerekti. İkinci cevap ise ilkinden de güzeldi.
Hiç korkmasın söylesin.
Mümkün müydü bu telkine sığınıp da korkmamak. Ölümden değil ise de olmazlara düşmekti onu korkutan. Zira olmaması için öyle çok sebep vardı ki. Nasıl söylerdi. İşte o vakit, sesi çadırdan dışarı bile duyulmadığı halde gökyüzüne ulaşarak dua etti cariye. Gönlünden gelen neşve sol yanağının gamzesine düşse de ağlayarak yalvardı.
Ey benim Rabbim, ya aç bu rahı, ya da kabzet bu ruhu! diye, inledi kudretten sürmeli ahu. Çok geçmedi, duasının nefesi havaya kavuşmadan daha, dileği kabul olmuştu.
Cihan sultanı, Yavuz Sultan Selim Han, gözlerinde ne bir öfke ne de hiddet olmadığı halde karşısında duruyordu. Bu ince parmaklar, heybetli de olsa komutandan çok şaire yakışan elif eller mi alıyordu onca canı? Bu merhamet kokan adam mı fethetmişti Mısır'ı?
Oysa ne diyecekti. Yazmak gibi değildi söylemek. Nasıl söyleyecekti? Kendisini toparlayıp, daha gözyaşını silmeye fırsat bulamadan ayağa kalktı.
Sultan'ına selam durduğunda anlamıştı cariye, konuşmanın yazmak gibi olmadığını. Ve belki de alfabenin en çok dilsizler için yaratıldığını.
Efendim! Ben! Sizi!
Tüm bu olup bitenlerin sebebi, hikâyenin ilk cümlesi değil miydi aşk. Oysa sözün bittiği yerde ağızdan bir kez olsun daha çıkmadan bitmişti hikâye de. Henüz sevdiğini söyleyemeden talihsiz cariye yere düşüp yığılmış, aşkın mahiyetinde ölüm vardır ve ancak ölüm suyu akarsa aşkın köprüsü kurulur şartı yerine gelsin için, canını teslim etmişti.
Son nefesini vermeden, Sultan'ın kollarına düştüğünü görmüş müydü, bunu bilmez yazıcı. Oysa asırlardır anlatıla gelen kıssada, Yavuz'un ilk dörtlüğünü zikretmesem de siz hatırlayacaksınız, geriye bize ödünç olarak şu sözü kalmıştı.
Bir çift ahu gözlüye zebun etti beni felek.
Binlerce yıldır yazılsa da bitmeyen aşk, tek bir cümlenin içine sığmıştı.