Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı muhakkaktır. Çünkü sağlığın korunması ve sağlıklı yaşam mücadelesi insanlığın fıtratındandır. İnsanlığın ilk dönemlerinde yaşamda sadelik görülmektedir. Bununla birlikte teknoloji ve tıp alanında da sadeliğin yaşanılması kaçınılmazdır

Tarihi kayıtlara göre, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur ve Zeus tarafından Tıp Tanrısı olarak ilan edilmiştir. Tıp amblemlerinde yer alan ve temeli doğu kültürüne dayanan, tarihi M.Ö. 3000'lere uzanan yılan figürü de Aesculapius ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Yaşadığı bilinen ve tıbbın babası olarak kabul gören kişi ise Hippocrates olmuştur. Hipokrat'ın tıbba katkıları genel kabul görmekte olup getirdiği felsefe, dünya tıp çevrelerince hala kabul görmektedir. Bu sebeple ülkemiz de dahil olmak üzere birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” olarak bilinen mesleki yemini ederek mezuniyet belgelerini almaktadırlar.

Türk Tarihi açısından bakıldığında, bütün dünyanın kabul ettiği Türk hekimlerinin dünya tıbbına önemli katkıları olduğu bilinmektedir. Uygurlarda rastlan yapıtlar, bilinen en eski Türk Tıp yapıtlarıdır. Böyle temellere dayanan Türk Tıbbı, Türklerin İslamla tanışmasıyla birlikte daha da gelişmiştir. İslam dini bireyin sağlığına ayrı bir değer vermektedir. Türklerin Müslümanlığa girmesi sonrasında tıp alanında birçok hekimin önemli başarılara imza attığı görülmektedir.

Horasanda doğan Türk hekimi Razi'nin (854-932) özellikle kızamık ve çicek hastalığı hakkındaki çalışmaları 1049 yılında İngilizce’ye çevrilmiş ve uzun yıllar boyunca Batıda tıp eğitiminde okutulmuştur. Farabi, daha çok felsefe alanında tanınsa da aynı zamanda ünlü bir hekimdir. Ebu Reyhan ise özellikle farmakoloji alanında çalışan meşhur bir Türk hekimidir. İbni Sina (980-1037), eserleri ile uzunca yıllar dünya tıbbını etkisi altına alan Türk hekimlerinden biri olup BatıdaAvicenna” diye bilinen Kanun el-Tıp adlı eserin sahibidir. Bu eser 11. Yüzyıldan 17 yüzyıla kadar Avrupa' da ders kitabı olarak okutulmuştur.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulması, Türk tıp geleneğinin Anadolu’ya taşınmasına katkıda bulunmuştur. 1205'de Kayseri'de Gevher Nesibe Hastanesi, 1217'de Konya ve Sivas’ta Keykuvas Hastaneleri, 1235’te Çankırı’da Atabay Ferruh Hastanesi, 1272’de Kastamonu’da Ali Pervane Hastanesi ve diğer merkezler tıp alanında hizmete girmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin kurulmasından sonra, özellikle Anadolu’nun batısında olmak üzere çeşitli merkezler açılmıştır. 1399 tarihinde Bursa'da önemli bir hastane hizmete sunulmuş, Edirne'de ise cüzamlılar için büyük bir merkez hizmete açılmıştır. 1470' de Fatih Külliyesi (Üniversitesi)'nin kurulması ile birlikte Türk hekimliğinin bugünkü tıbbi metodlara yönelmesi başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed’in inşa ettirdiği bu külliye içinde tıp eğitimi veren Darüşşifaya da yer verilmiştir. Doğu ve batı aleminde tıbbı öğretme ve yayma işlerinde devam edegelen, daha çok ampirik yaklaşım anlayışı değişmiş ve bu dönemden sonra hasta ile doğrudan temas sağlanmıştır. Bu külliyede, Darüşşifa’ya hasta yatırılması uygulaması başlamış ve pratik ile teorik bilgiyi beraberinde kullanma imkanı doğmuştur. On altıncı yüzyılın başlarında, Kanuni Sultan Süleyman'nın desteği ile kurulan Süleymaniye Medresesi, tıbbiyenin yeni adresi olarak karşımıza çıkmaktadır. Darüşşifa binası bugünkü modern hastanelere benzer nitelikte hizmet yürütmekte idi. Kanuni döneminde hekim ve cerrahlar kadrolu olarak orduda görev almaya başlamıştır.

Bu devirde önemli tıbbi eserler Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Sabuncuoğlu Şerafeddin’in yazmış olduğu Mücerrebname (Sınanmış Tedavi Yöntemleri Kitabı) isimli eser, ilk deneysel Türkçe tıp kitabı niteliğindedir. Yine ilk resimli Türkçe cerrahi atlası olan Cerrahiye Haniye, bu dönemde yazılan başlıca Türkçe tıp eserlerindendir. Şemseddin-i İtaki’nin 17 yüzyılda Türkçe olarak kaleme aldığı resimli anatomi kitabı (Teşrih-i Ebdan) dikkat çeken eserlerin başında yer almaktadır.

17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da her sahada bozulmalar ortaya çıkmaktadır. Bu bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermeye başlamış ve hekimler eskisi kadar yeni bilgilerle donatılamaz olmuştur. Aynı zamanda Avrupa’ da başlayan Rönesansın kavranması ile batıda gelişmeler daha hızlı olmuş; Latince, İtalyanca, Almanca gibi dillerde tıp kitapları yazılmaya başlamıştır. Az sayıda Osmanlı hekimi dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmeye çalışmışlardır.

Eski parlak dönemlerini devam ettiremeyen Tıp medreseleri 19. yüzyıla geldiğinde önemini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmıştır. Azınlıklardan yetişen ve Avrupa'dan gelen yabancı hekimler çoğalmış, ayrıca sahte hekimler de sürece dahil olmuştur. Bunlar serbest hekimlik yapmaya başlamış, bazıları da, ek olarak, orduda da görev almaya başlamıştır. Sultan II. Mahmut, düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu'nu ortadan kaldırıp (1826) yeni bir ordu kurmuş ve bu yeni orduya hekim ve cerrah yetiştirilmesini amaçlamıştır. 21 yaşında hekimbaşı olan Mustafa Behçet Efendi daha önce başaramadığı tıp okulunun kurulması çalışmasını başarmak amacıyla 51 yaşına geldiğinde 26 Aralık 1826'da II. Mahmut'a; yeni tıp okulunun kurulmasını ve bu okulun nasıl-nerede kurulacağı konusunda teklifini içeren bir dilekçe ile başvuru yapmıştır. Padişah’ın da onayı alınarak, batılı anlamda ilk tıp mektebi olan Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827’de Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda kurulmuştur.

Tıphane-i Amire 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında eğitim yapmıştır, 1836 yılında da Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası) taşınmıştır. Tıbbiye 1839’da Galatasaray’a taşınmıştır. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiştir. Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiştir. Eğitim dili Fransızca’dır. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmıştır. Burada Avrupa’daki gelişmeleri takip etmek amacıyla eğitim Fransızca olarak yapılmış ama eserlerin Türkçe olarak geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaç da II. Mahmut’un öğrencilere hitabında görülmektedir.

14 Mart 1827'de, II. Mahmut döneminde Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’nin kurulması, Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilmektedir. Okulun kuruluş günü olan 14 Mart, "Tıp Bayramı" olarak kutlanmakta olup ilk kutlama, 1919 yılının 14 Mart'ında, işgal altındaki İstanbul'da gerçekleşmiştir. Tıp okulu öğrencileri, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliği ile işgali protesto amacıyla toplanmıştır. 1915 yılında Tıbbiye'ye kaydolan 1. sınıf öğrencilerinin tamamı Çanakkale Savaşına katılmış ve burada şehit düşmüştür. Bu nedenle de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 1921 yılında hiç mezun verememiştir. Böylece Tıp Bayramı, tıp mesleği mensuplarının başlattığı yurt savunma hareketinin simgesi olmuştur. 1929-1937 yılları arasında, Bursa'daki Yıldırım Darüşşifası'nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı tarih olarak kabul edildiği 12 Mayıs günü Tıp Bayramı olarak kutlanmıştır. Daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiş ve yeniden 14 Mart Tıp Bayramı olarak benimsenmiştir.

Simgeleşmiş olan bu Tıp Bayramı günümüzde de hala önemini korumaktadır. Hekimler 14 Mart Tıp Bayramı geleneğini sürdürmeyi devam ettirmelidir. Çanakkale ruhunu oluşturan hekimlerin anlayışı genç hekimlere doğru şekilde aktarılması ve sorumluluk bilincinin oluşturulması hedeflenmeli, aynı zamanda yeni ufukların açılması için çalışmalar yapılmalıdır.