Gelişmekte olan bir ülke olarak; son yıllarda ekonomik anlamda geçmişe göre daha fazla  refah içersinde olduğumuz bazı kesimlerce söylense de (ki bu acaba bir kelebek etkisi mi? sorusunu sormak ve realist bir cevap bulmak gerekir), dünyanın 17.ci büyük ekonomisiyiz desek de, bu ülkede orta sınıfın genişlemesi, üst ve alt sınıfın daralması bir proje olarak hayata geçmedikçe gelişmiş bir ülke olarak anılmayacağız.

Temel fizyolojik ihtiyaçların karşılanması organizmanın temel gereksinimi yani yapılması gereken ilk basamaktır. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinde bu duruma değinmiş ve bireyin kendini gerçekleştirmeye giden yolda ilk basamağını fiziksel ihtiyaçlara ayırmıştır.  Ancak hakikaten düşündürücü olan olaylar dizisi var. Ülkenin büyük bir çoğunluğunun yarın korkusu var. Bu günü kurtardığına, evine ekmek götürebildiğine şükreden büyük bir çoğunluk var. Lakin bu büyük çoğunluğun sesi çıkmamakta. Üstelik yaşadıklarına ve yaşattırıldıklarına tepki göstermek bir yana eskiye göre daha iyi durumdayız diyecek kadar da çaresiz. Peki bu büyük sessiz çoğunluk neden tepki gösteremiyor? Dikkat edin göstermiyor demedim, gösteremiyor.

Algı, organizmanın nesne ve olaylara karşı yaptığı, anlamlı, sistemli ve toptan bir haykırış, bir sesleniş bir tepkidir. Algılar duyuların sonucu ortaya çıkar. Algılar kişinin geçmiş öğrenmelerimiz ya da yeni öğrenmelerimiz sonucu şekil alır. Yani içinde doğduğunuz aileden, bir anlamda sosyalleşmeye başladığınız okuldan, içinde yaşadığınız toplumdan, size empoze edilen görüşlere köle olduğunuz kitle iletişim araçlarından beslenir ve her geçen gün büyüyen bir değer ler dizini oluşur. Bireyin kişiliğinden bahsederken değerleri yok saymak imkansızdır. İşte bu sebepledir ki, algılayabilme, bir kişilik tepkisidir. En önemli belirtisi de duyumların, belli bir nesne ve şekle ait olduğuna dair bir bilinç halinin kişide ortaya çıkmasıdır. Bunun için, kişide, bir şeyin algısı oluştuğu zaman, o şeyi tanıyor, biliyor demektir. Duyu organları yoluyla alınan duyumların neye ait olduğu kişi tarafından bilindiği ya da tanındığı anda, duyumların bir yorumlanması söz konusu olur.

Algı yönetimi diye bir şey de vardır. Kitlelere bir şeyi yaptırmak için yeryüzünde üç etkili yol bulunmaktadır diyenlerin bu yolları; zor kullanma, para ile satın alma ve inandırmaktır. Halkın bir yeniliğe, bir sosyal değişime uymasında, alışmasında halkla ilişkiler sanatının kullandığı işte bu üçüncü yoldur: İnandırma. Algılama yönetimi bu ''inandırma''yı kişilerin bilinçlerine ve psikolojilerine seslenerek gerçekleştirir.

Refah devlet dediğimiz devlet anlayışı, ne kapitalizmin maddeci  vahşetinden ne de ne yapıp ne yapmayacağımıza kadar adımıza karar veren sosyalizmdir. Refah devleti anlayışı olsa olsa bu ikisi arasında bir yerde durabilir. Bu devletin temel esprisi,  vatandaşlarının konut, eğitim, sağlık, adalet gibi temel gereksinimlerini temel hakları olarak görmek ve dolayısıyla bu hakları herkese eşit oranda sağlamak ve bunun yanında serbest piyasa ekonomisini de devam ettirmektir. 2.dünya savası sonrası kıta avrupasında görülen bir kavramdır. İskandinav ülkeleri en güzel örnektir eksiklerine rağmen bu devlet anlayışına.

Gelelim bizdeki uygulamalara, bunun karşıtı olan liberal devlettir ve temel prensip olarak "her koyun kendi bacağından asılır"i benimsemiş bir yahudi zihniyetindedir. Ki bu anlayışa amerikanca desek yanılmayız.

Bu anlayış şeklinin tüm tarihi boyunca bir devlet anlayışına sahip olan, İslamiyetle birlikte değerler ve kişiliği oluşmuş bir devlette yukarıda bahsettiğim zihniyetler yıkımlara neden olur. Bu durum Türkiye' de bireylerin kendiliklerinin çürümesine ve öz benliklerinin, öz değerlerinin yozlaşmasına neden olmaktadır. Örneğin, “komşusu açken tok yatanın bizden olmadığı” bir devlet- birey anlayışı ve çevre bilincinden, komşusunu tanımayan bireyler haline gelmek, “beni sokmayan yılan bin yaşasın” demek, bizi biz yapan değerlerden uzaklaşmak ve yok olmak demektir. Çünkü o yılan sokacak kimse bulamadığında sıra sana gelecektir.

İslam ile şereflenen bu devlet, bu medeniyet, bu coğrafya, bu kültür, tarihindeki en parlak dönemleri, Türklük bilinci ve İslam düsturunu tam anlamıyla hayatına monte ettiği anlarda ulaşmış ve devam ettirmiştir.

İster ekonomik anlamda olsun, ister sosyal hayatta müreffehlik olsun, ister bireyler arası ilişkilerde olsun, ister ailede olsun, ister eğitimde olsun -ki bunların hepsi iç içedir- parlak dönemler yaşamak istiyorsak zihinlerde bir devrim ve ne olduğumuzu nereden geldiğimizi hatırlamak gerekmektedir. Tarihten ders alan medeniyetler, daima ileriye doğru gidecekler. Dünyanın günümüzdeki konjonktürünü ve siyasal dengeleri göz ardı ettiğimiz zannetmeyin. Bazılarınız hocam iyi hoş söylüyorsun ancak bu günümüzde şu dengelerden dolayı gerçekleşemez derlerse, onlara cevabım şu olacaktır. “Ben fert fert değişmekten bahsediyorum. Bireysel farkındalıktan bahsediyorum. Senin şahsının değişmesinden, karına, çocuğuna, çevrendeki insanlara nasıl davranacağına, namaz kılmana, değerlerini çocuğuna aktarmana ve örnek olmana da mı o bahsettiğin şu dengeler engel oluyor” derim.

Ne olduğumuzu bilerek, değerlerimizin farkına vararak ve yaşayarak, bizi biz yapan, Müslüman-Türk olduğumuzu aklımızdan çıkarmayarak bu güzel günlere yeniden kavuşacağımızı düşünüyorum.

Allah' a emanet olun !