1

Anarşinin sokaklarda kol gezdiği 1970’li yıllarda Endüstri Meslek Lisesi talebesiyken okul çıkışında kurşunların hedefi olan ve ölümün kıyısında geçen 45 günlük tedavi sürecinden sonra okuldan atıldığını öğrenen Harun Maral’ın filmlere konu olacak bir hayat öyküsü var. Ülkücü hareketin lider kadrolarında yer alıp 12 Eylül Darbesinde hakkında idam kararı verilip meşhur Diyarbakır Cezaevine konulan ve orada yapılan işkencelere tanık olan Maral, müebbete çevrilen cezasını tamamladıktan sonra MHP’nin yönetim kadrosunda da başkanlık yaptı. Epey zamandır Ahde Vefa Turan Birliği Derneği Başkanlığı yapan Maral anarşi devrinden bugünlere neler yaşayıp gördüğünü ve Ahde Vefa Turan Birliği çatısı altında neler yaptıklarını konuştuk.

Sizi kısaca tanıyabilir miyiz, nerede dünyaya geldiniz, hangi okullarda eğitim aldınız?

Ağrı’da 1961 yılında doğdum. Babamın memurdu; DSİ’de Teknik Hesap Uzmanıydı ve 1968 yılında Konya’ya tayin oldu. Biz de o yıl Konya’ya taşındık. Ben de o yıldan bu yana Konya’da ikamet ediyorum.

İlkokula Ağrı’da başlamıştım. Konya’ya gelince 27 Mayıs İlkokulunu bitirdim. Sonra Mevlana Ortaokulu ardından da Endüstri Meslek Lisesinde okudum. 1980 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanmıştım fakat 12 Eylül Darbesi sebebiyle üniversiteye devam edemedim. Çünkü Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından afişlere resmim konulmuş ve aranan biri durumundaydım.

Fikriyatınız nasıl şekillendi?

Rahmetli babam 1973-74’lü yıllarda evinde kitaplığı olan, günde iki gazete alıp okuyan, şehirdeki sosyal etkinliklere, konferanslara katılan, o dönemin şartlarına göre aydın, münevver bir şahsiyetti. Ailenin en büyük çocuğu olduğum için beni de her gittiği yere götürür, sosyalleşmeme; kendimden yaşça büyük insanların sohbetlerinde bulunmama özen gösterirdi. Bu nedenle ben, yaşıtlarımdan daha önce ve daha fazla Türkiye meseleleriyle ilgilenen, ülkemizde ve dünyada olup bitenlerle ilgili konular hakkında kulak aşinalığı yöntemiyle bilgi sahibi olan bir çizgide yürümeye başlamıştım; farkında olmadan. Daha sonra yine babamın ve çevresinin tavsiye ettiği romanları, günlük gazetelerdeki siyasi hadiseleri, köşe yazılarını okuyarak yine babamın isteği üzerine; özellikle Türk tarihi ile ilgili eserleri okuyarak, yine farkında olmadan fikri altyapım oluştu.

1975’li yıllarda Lise çağındayken okulda, sağ ve sol şeklinde çok belirgin bir ayrışma gözlemledim. O dönemde; biraz önce izah ettiğim fikri altyapı benim için bir süzgeç haline dönüştü. Sol cenahın davranışı, fikir ve düşünceleri benim içinden çıktığım sosyal çevre ile uyuşmuyordu. Bu nedenle doğal olarak, belki de şartların getirdiği mecburiyetle okuldaki ülkücü gruplarla temasım oldu. Arkadaşlık olarak başlayan bu ilişkiler zamanla Ülkü Ocağına gidip gelme, oradaki seminer ve konferansları takip etme, verilen kitapları okumayla ideolojik bir boyut kazandı.

Ülkü ocaklarında yöneticilik de yaptınız mı?

Lise ikinci sınıftan sonra kendimi tam bir Türk milliyetçisi ve Ülkücü olarak tanımlamaya başladım. Yani sıkı bir mensubiyet duygusu içindeydim. Fıtrat olarak biraz hareketli bir insan olmam, fikri altyapıya sahip olmam, beni Ülkü Ocağında hızla değişik görevlerde yönetici sıfatına taşıdı. Ülkü Ocakları Okul Teşkilatı yöneticiliği, Ülkü Ocakları yöneticiliği şeklinde sıfatlar kazandım.

‘Vurulan vurulduğu  yerde kalıyordu!’ ‘Vurulan vurulduğu yerde kalıyordu!’

Çatışmaların olduğu o yıllarda siz fili zarar gördünüz mü?

Ülkücü Gençlik Derneğinin 1979 kongresinde resmen yönetim kurulu üyesi olunca sorumluluğum arttı. İster istemez gençlik kitlesinin ön planında olduğum için hem Ülkücü dünya görüşüne haiz yayımlanmış eserleri, günlük, haftalık, aylık dergileri sıkı sıkıya takip ediyordum hem de muarızlarımızın, karşı olduğumuz grupların görüşlerini, düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordum. Oraya küçük bir virgül koyalım; Türkiye’de o günkü şartlar ne yazık ki böyleydi. Gençlik kendiliğinden bir bölünme ve karşı gruplar halinde örgütlenme eğilimindeydi. Rusya’nın, Çin’in, hatta Arnavutluk’un desteklediğine inandığımız sol fraksiyonların kendi ilerledikleri yolda bizi yani ülkücüleri bir engel olarak görmeleri sebebiyle Bütün Türkiye genelinde saldırılara uğruyorduk. Bu saldırılara karşı savunma mekanizması geliştirmek, saldırıları bertaraf etmek için şartlar bizi de silahlı, bıçaklı, eli sopalı insanlara dönüştürdü. Bunu da şöyle örnekleyebiliriz… Ben çok başarılı bir öğrenciydim. Fikri mücadelemin doğruluğuna inanıyordum. Okullarımı en iyi şekilde bitirip devlet kadrolarında görev almak gibi nihai bir hedefe odaklanmıştım. Ama ben böyle düşünürken, 1979’un sonbaharında Konya EML önünde silahlı saldırıya uğradım. Bedenime yedi kurşun isabet etti. Günlerce bitkisel hayatta kaldım. Öldürmeyen Allah öldürmez kabilinde hayata yeniden tutundum. Kırk beş gün sonra iyileşip okula gittiğim zaman, okuldan atıldığımı öğrendim.

Ben yine de tahsil hayatıma devam etmeye kararlıydım. Konya’nın küçük bir ilçesindeki EML’ye müracaat ettim. Oranın Okul Müdürü, Konya’daki okulumda öğretmenlik yapmış sol görüşlü biriydi. Beni karşısında görünce Ülkücü militan muamelesi yaparak kaydımı almadı. Fakat okula devam etmeye kararlıydım. Karaman’a gittim ve eşraftan değeri insanların devreye girmesiyle okula kaydımı yaptırıp bir süre devam ettim. Lakin ben gitmeden önce adım gittiği için Karaman’da da rahat vermediler. Bunun üzerine memleketim Ağrı’ya gittim ve okulu zar zor orada bitirdim. Bu hadiseyi şunun için anlattım; saldırıya uğramış, vurulmuştum, ötekileştirilmiştim ve artık bende silahlı gezen bir adam haline dönüşmüştüm. Beni vuran kişinin ismini bilenler vardı ama bulunup yakalanmadı. Sonra İngiltere’ye gittiği söylenmişti.

Sokaklardaki silahlı eylemler nasıl gelişiyordu?

Buna bir örnekle cevap vereyim. MHP’nin, Ülkü camianın önce gelen şahsiyetlerinden Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak şehit edildi. Ülkücüler olarak biz de bu olay üzerine çok planlı olmadan, belki de kişisel kontrolümüzü kaybettiğimiz için, bulabildiğimiz, görebildiğimiz, ulaşabildiğimiz komünist grup ve kişilere yönelik eylemler yapmaya başladık.

12 Eylül Darbesini nasıl karşıladınız, darbe günlerinde neler yaşadınız?

Sohbetin başında da söylediğim gibi, afişlerde resmi olan, aranan biri duruma düştüm. Kısa bir süre İran’a gidip orada kaldım. Sonra gayri resmi yollarla Türkiye’ye dönüp İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi şehirlerde bir yıl firari olarak gezdim. 1981 yılında Kurban bayramında annemi ziyarete geldiğimde, birileri ihbar etmiş ki yakalandım.

Sıkıyönetim Mahkemeleri ve Askeri Cezaevlerindeki uygulamalar nasıldı?

Ben doksan gün hücrede ve sorguda kaldım. Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tutuklandıktan sonra Konya, Malatya, Elazığ Ağrı ve Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevlerinde yattım. Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından idam cezası verilerek cezalandırıldım. Azmettirmekle itham edilmiştim. Daha sonra sivil hükümetler tarafından infaz yasalarında yapılan değişiklik sebebiyle idam cezası mübebete, müebbet de seneye dönüştü. Toplam yedi buçuk yıl fiilen cezaevinde kaldıktan sonra Diyarbakır’dan tahliye oldum.

Cezaevindeki yedi yılı bir akademide doktora, yüksek lisans ve master öğrencisi gibi değerlendirdim. Dünya klasiklerinin hepsini, Türkiye’deki popüler yazarların hepsini, İslâî kesimin ideolojik eserlerini, Ülkücü hareketin külliyatını tamamını, tefsirleri mealleri ne varsa; pek çok konuda isim yapmış yazarların kitaplarını okumak, not almak, onlar üzerinde mütalaa yazmak, kanaatlerimi yazmak gibi bir alışkanlıkla yedi buçuk seneyi değerlendirdim. Otuz üç deftere kitap özetleri ve kendi fikrimi yazdım. Mesela Ziya Gökalp’i okurken; o dönemde geçerli olan görüşünün günümüzde nasıl olması gerektiğine dair kendi görüşümü yazdım.

Bu şekilde cezaevi benim ve arkadaşlarımın çoğu açısından gençlik yıllarında mecburi bir kampta kendimizi yetiştirdiğimiz bir Taşmedrese haline dönüştü. Tabi cezaevlerini tek tek ele aldığımız zaman kayda değer nitelikte olan, klasik hapishane hayatının ötesinde farklı bir boyutu olan, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi (Bağlar) farklı bir boyutta kafamıza yazıldı. Bölücü örgüt militanlarının yattığı on beş koğuş vardı. Bir de itirafçılar kopuşu vardı. Ayrıca ülkücülerin kaldığı bir koğuş vardı. Büyük ve çok korunaklı bir cezaeviydi. Bugün PKK’dan hepimiz şikâyet ediyoruz, haklı olarak bölücülüğe karşı çıkıyoruz ya. Ne yazık ki 1983-87 arasında ismini vermek istemediğim cezaevi komutanın şahsi inisiyatifiyle Diyarbakır Askeri Cezaevinin bir vahşete tanıklık ettiğini söylemek vicdani borcumdur. Türkiye genelinde bizim cenahtan olduğu gibi Diyarbakır’da da şu veya bu sebeple hasbelkader o dönemde cezaevine düşmüş çok fazla ideolojik derinliği, eylemi olmayan sıradan insanlara o kadar vahşi muameleler, o kadar insanlık dışı uygulamalar yapıldı ki Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi PKK’nın dağ kadrosuna adam yetişmesine vesile olan bir ana rahmine dönüştü.

Bir PKK militanı görüş esnasında annesine, “Git kendini Diyarbakır meydanında yak” dedi. Ben de onun yanındaki bölümde görüşme yapıyordum ve ister istemez duydum. “Annenize bunu söylemeniz çok yanlış. Kadıncağızın ne günahı var?” diyerek tepki gösterdim. Adam, “Bizim bu cezaevinde çektiklerimizin duyulması, fark edilkmesi için annemin kendini Diyarbakır meydanında yakması dünyaya bir mesaj olacak” diye karşılık verdi. Kadın kendini yakmadı, öyle bir olay duymadık ama cezaevinde mahkumlar bu hale getirilmişti.

Bu örneği şunun için verdim; Devlet politikası olarak, cezaevine düşmüş insanlara işkence yapılması mümkün değil, bunu tasvip etmiyoruz. Bu işkenceleri hakikaten devlet yaptırmadı ama yapanlara da engel olunamadı. Ruh hastası bir faşist yöneticinin insanlık dışı uygulamaları ne yazık ki o bölgedeki insanların hafızasına yazıldı. Diyarbakır’da Kürtlere işkence yapılırken Mamak’ta da bizim Ülkücülere işkence yapıtlar.

Cezaevinden çıktıktan sonra hayata yeniden intibak etmekte zorlandınız mı?

Cezaevinden tahliye olduktan sonra arkadaşlarım beni Diyarbakır’dan alıp Konya’ya getirdiler. Bir kaç gün sonra da on sekiz ay askerlik görevimi yapmak üzere silahaltına alındım. Türk milliyetçisi ve ülkücü olmama rağmen, askerlik süresince sakıncalı personel muamelesi gördüm. Askerliğim bitirdikten sonra tekrara Konya’ya geldim ve kardeşlerimle beraber Meram Sanayinde demir doğrama atölyesi açtık.

Artık sıradan bir vatandaş olup hayata tutunmaya çalışırken birden bire Konya Bizim Ocak Başkanlığına getirildim. Oysa ben hayata yeni başlıyordum; evlenecek, işimi gücümü geliştirecektim. Ama bizde, “Görev istenmez verilir, verilince de en iyi şekilde yapılır” anlayışı hâkim olduğu için; manevi biir sorumluluk duygusuyla Ocak Başkanlığını kabul ettim. Üç yıl Ocak Başkanlığı yaptım. Bu süreç içerisinde himaye ettiğim ve Bizim Ocak mensubu olan gençlerin ufuklarını açmaya, tecrübelerimden faydalandırmaya, onları ekonomik elit, bürokratik elit, kendi alanlarında uzman kişiler olmaya doğru sürekli yönlendirdim. İstemli olarak kitap okumalarını, seminer, konferans dinlemelerini sağladım. Kendi branşlarında eğitim alırken Türk Milliyetçiliği ve Ülkücülük hususunda da derinlikli bilgi sahibi olmalarına yol açtım. Bugün o bahsettiğim gençlik grubu içinden çıkmış, Türkiye genelinde yüz altmış profesör ve sayısız akademisyen, üst düzey bürokrat, birkaç milletvekili, birkaç işadamı yetişti. Ben buna vesile olmanın gururunu her zaman yaşıyorum. Onları yanlış yönlendirmedim. Gençlik heyecanlarını törpüleyerek onları milli-manevi ve insani değerlere odakladım. Halen arayıp sorarlar.

Devamı Çarşamba Günü 

Kaynak: Mustafa Güden