Aşkı anlatan bütün hikâyelerde, imlânın aynı olduğunu ve asla değişmeyeceğini öğrendiğim vakit, çoktan sayısız kıssanın okuyucusu ve rivayet edenin dinleyicisi olmuştum. Zamanın, mekânın ve şahsın, yazıcının izafesi ile şekillenebileceği muhakkaktı ama aşk her dilde, dinde, Âdem ile Havva'dan sonra ayrışmış olan her ırkta biteviye aynıydı ve muhtelif bir çokluk ile anılması da mümkün değildi zahir.

 

Ve aşk;

 

Kesretten vahdete inmek, bu yüzden ki sol kaburga kemiğinden kalma bir aşinalık ile iki vücudun birbirine karışması, bütün olması, yek olması. Aklımın alabildiği en büyük tekliğin, (Allah'ın) azameti ölçüsünce bir imtihan olarak anılması! Yazacak bunca şey varken, diyeceğim o ki aşk, ben gibi henüz yolun başında olan bir muharririn anlatacağı kadar kısa değildi. Öyle olsaydı şimdiye değin anlatmakla çoktan biterdi.

 

Şükürler olsun bu dünyada israfı yapılamayan tek şeyin cümle olduğuna inananlar tayfındaydım. O sebepten ki daha kıssaya başlamadan, evvelini yazmaktayım. Evvelinin mühimliği kıssadan daha çok değilse de bu faslı anlatmadan kıssamı yazamayacaktım. Kim bilir bu yüzden belki de sözün insan hükmünce sahipsiz olduğuna, asıl söz sahibinin de Allah olduğuna inanan saf bilincimle, kendime ait olmayan cümlelerle anlatmaktayım.

 

Henüz yaşı orta halin olgunluğunu aşmamış olan, daha doğar doğmaz adı şehzade diye anılıp tahta varis kılınsa da Yavuz ismini sonradan almış, yani ki bu adı kendine yine kendisi verdirtmiş olan bir sultan. Efsaneler ülkesi Mısır'ı henüz yeni fethetmişken, kendi adı ile anılsın diye belki de, payitahta geri dönmek yerine güneş dönümüne yakın bir süre vatan-ı ikamet bellemişti orayı.

 

Bir otağın nelere şahit olabileceği henüz yazılmamıştı ya, ferman ile bu seferin en büyük kaydı, orada yapılacaktı yine. Kaza ile kaderin kesiştiği yerde süresi olan bir olayın vukusu elbette ki beklemezdi. Ama bir gün sonraya eresi olmayan, masal hükmü verilmiş kıssaların beklemeye elverişli olduğu kuralı vardı eskiden beri.

 

Sultan nasıl ki sultanoğlu şehzade olarak ezelden rütbeli doğmuş ise, başkaca zümre ve sınıflar da vardı, aynı kaderi paylaşıp da onun kadar şanslı olmayan. Mesela köle ve cariyeler de çoğu kez doğuştan esir olurlardı.

 

Bu kaderle alnı mühürlenmiş bir cariye, sultanın çadırını temizlemekle, lokmasını hazır etmekle görevlendirilmişti, mekânı Şam yakınları kılınmış olan kıssanın beldesinde.

 

Gün aşırı elinin değdiği, Hint sümbülü işli yastığa sinmiş olan koku ona tanıdık gelmese ve ezelden verilmiş olan bir kavil, bu denli hatırlatmasa kendisini, cihan sultanına gönül düşürmek aklına gelmezdi ama olan olmuştu artık.

 

Bir göz mesafesi bakış ile başlamıştı bu hikâyenin de miladı. Evveline yazılabilecek en güzel cümle belki de buydu. Çadırın deve derisinden yapılmış olan kapısından çıkarken sultan ve tam da o sırada içeri girecek iken cariye, bu karşılaşma vaktinin tevafuk oluşu bilinmiyordu elbette. Bilmek akıl etmekle olurdu, oysa bakışın cürüme düştüğü yerde akıl başta durmazdı. Bu sebepten buyrulmuştu, “Bakışı, bakışa ekleyerek bakmayın!” diye. Emir açık ve net idi. Üstelik kesinliği de vardı sonundaki emir kipinde. Fakat cariyenin bakışı ne kadar aşmış ise sınırı, sultanınki de o denli aşmıştı. Bu yüzdendi, günler sonra kendisine bırakılan pusulanın isimsiz de olsa kimden geldiğini tahmin etmesi.

 

Günler geçtikçe, sultan ihtimal ki unutmuş ise de bu tarafları eşit olmayan karşılaşmayı, cariye unutamamıştı. Artık her şeyde, sözü kılıç hükmü gibi sert olan, Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim'i görüyordu. Ve görmek fiilinin en güzel imlâsıyla gördüğü her nesnede onu seviyordu.

 

Her sabah parmak uçlarıyla düzelttiği ipek yatağın kıvrımında, akşam hazır ettiği sofradan kalan ekmeğin kırıklarında, tastaki suyun bitmeden bırakılmış olan son bir yudumunda. Çadırdaki askıda sahibinden daha heybetli duran kaftanda, kaftanın İstanbul'u hatırlatan kokusunda, rahlede yarım bırakılmış, Selimî mahlasıyla tertiplenen divanda. Parmaklarının değdiği kamışta... Yazmakla bitmez ama en çok da hokkada duran isli mürekkepte görüyordu sultanı. Garip ki en çok mürekkep kokusuyla hatırlıyordu onu.

 

Sahiplik eki en çok da sevgiye yakışıyorken, sevdiğine, Yavuz Sultan Selim'e sultanlıktan çok şairliği yakıştırıyordu cariye. Sebebi bir tek kendisinde gizliydi ama mürekkebin kokusunun ona sevdiğini hatırlatması bu sebepten öteye geçemiyordu.

 

Bilmek, öğrenmek ve sevmek birbiri ardınca gelen ve ancak bu sıra ile gerçekleşen fiillerdi. Ve benliğe yakışan, yakışmaktan daha çok benlik ile bütünleşen diğer haller, sevmekten sonra geliyordu. Özlemek, anmak, hatırlamak! Bu ve bunun gibi sevginin gölgesinde soluklanan diğer fiillere, “Hal” demek daha güzel olacak, çünkü hepsi de sevginin müteakibinde olagelen, bilince düşen durumlardı. Sevmek çoğu kez uzunca bir zamana yayılıyordu da hatırlamak bir anın işiydi. Ama akıl bir kez hatırlayınca asla unutmuyordu.  Belki de bu yüzden ki sevenler en çok da “unutmayı” unutuyordu.

 

Çaresiz cariye, ne denli anlatmaya çalışsam da betiminde eksik kaldığım bu durumu yaşıyorken, hatırlamanın en güzel halinde ve “asla” ile perçinlenen bir unutamama durumundaydı.  Hikâyenin evvelinden aslına geçeceğim satır ise tam da buradaydı.

 

Değimli ki unutmak zaman alıyordu, hatırlamak ise an meselesi. Oysa keder unutuşta gizliydi, mutluluk elem de olsa hatırlayışta.