Tefeül damlatılmamıştı benim fıtratıma. Saf ve temizim diyemesem de, henüz işlenmemiştim, ya da daha yazılmamış bir kitabın sahifeleri gibiydim. Boştum! 

Bütün hikâyelerin sadece ve sadece okunmak için yazıldığına ve yaşanmamışların katiyen kaleme alınmadığına inancım sonsuzdu. Ben bu yüzden yazıyordum belki de. Aslında ki dünya da yazılmış tek gerçek hikâyeler kader hikâyeleriydi bunu biliyordum. Ve asıl yazıcısı insan değil de Allah idi bunu da biliyordum. Daha bedenlerimiz çamurdan ete dönüşmemişken ve ruhlarımız bütün inanmışlığı ile yaratılmış iken çoktan hepimizin bir kaderi vardı yazılmış olan. Ben ki şimdi bütün bu yazılmış gerçek kaderlerin bir taklidi olarak, âdemoğlu hükmünün geçmediği dünyada bu kaderlerin sadece taklidini yazıyordum. 

Yaşanmışlığın üzerinden daha bir asır bile geçmemişken, yani henüz unutmak ne kelime yaram iyileşmemişken, kanım kurumamışken, elimde tuttuğum isimler kitabında aramaktaydım aklımdaki asıl ismin bir benzerini. Asıl olanı yazmak evla idi, biliyordum. Ama yazamazdım. Bana da, o aslın sahibine de sır olanı ifşa edemezdim kâğıt ve kaleme. 

Kitabın tam ortasından açtım. Üç sayfa çevirdim mağrip tarafından. Sonra gözüm sol yana kaydı, aklım da hala solumda kalan acıdaydı belli ki. Gözüme ilk değen ismi okudum; İbrahim. 

Bulmuştum aradığımı. İsim, insana benzer miydi? Evet, benzerdi. Nasıl ki bir mekân, bir yüz yahut ruh anlatılıyor ise isim de anlatılırdı pek tabii. Üstelik isim, tüm bu saydıklarımın hepsi kadar ve hatta hepsinden daha çok anlatılırdı. Çünkü isimler hikâyesiz olmazdı. İbrahim, ne çok benziyordu benim hikâyemin başkişisine. 

O'ndan önce onsuzluğu anlatsam kim ne derdi tüm bunları yazana? Adını henüz size söylemediğim ama yazmasam da kömür karası olan bir karanlık düşmüştü bahtıma. Konuşmaktan başka, konuşamazsam da eğer yazmaktan öte hiçbir çarem olmayan ben, işte o vakit anlamıştım onsuz yapabilecek olsam bile yaşayamayacaktım. O'ndan sonra üzerime çöken karanlıkta idi bütün kaybettiklerim, bulamayacaktım. Yağmuru ve deryayı götürdüğü gibi suyu da götürmüştü biliyordum. Ama fakirliğim susuzluktan yana değil, susamayacaktım. Tam da o vakit, henüz akşamsefaları şenlendirmemişken geceyi, ben daha koymamışken bakırdan bir tasa üç yudum elma suyu, yazmaya başladım. Başlamasaydım yazamayacaktım, biliyordum. 

Ben karaya, kapkaraya bürümüş iken İstanbul'un dar sokaklarında ve sadece gözlerim gözüküyorken bir yabancıya, çok da küçük değildim ama büyük de sayılmazdım. Gözlerime aşktan damıtılmış bir keder düşmemişti daha önce. Ve kisvemde hasretten kalma tozlar da yoktu. Ayaklarım yalın değilse de toprağa basıyordum, yani henüz toydum. 

Çıngırağı sokakta şakıyan işli bir kapı gördüm avaresi olduğum sokakta. İki gülhatmi çizilmişti ahşabın bağrına. Ne çok güzel olmuştu sahiden. Eğer bu ayrıntıyı yazmasam hikâyem yarım kalacaktı. Çizene yıllar sonra bile aşk olsundu. 

Bu kapının ardındaydı İbrahim. Burada yaşıyordu. Öyle ki sabah vakti namaza uyandığında bu kapının arkasında bir çeşmeden alıyordu abdestini. Ellerini bu kapının ardında zeytin ezmesi taş sabunlarla yıkıyordu. Tam da bu kapıdan kıbleye dönüp, duruyordu selama. Günde üç vakit, yarım kuru ekmek ve bir tas suyu bu kapının ardında öğün ediyordu. Hâsılı, İbrahim bu kapının ardında nefes alıp veriyordu. 

Aramıza çelikten değil ama etraftaki şahitlerden, ne açılır ne kapanır bir kapı uzanıyordu. O an ölesiye kızmıştım da bu ahşap duvara yine de İbrahim'in kapısından nefret edememiştim. 

Ben, yazdığım hikâyede zaman dizimini ihlal etmiş, yaşadığım devrin üzerine asırları ekleyerek ebcet ile öyle yazmıştım. Kalemimden elif, lâm, cim çıkmıştı şimdilerin alfabesi yerine. Yani ben, ben olmadan ve İbrahim de İbrahim olmadan asırlar öncesinden yaşaya gelmiştik. 

Zaman, zamandan evvel; zaman zamandan ahir olurdu yazıda. Buna kâğıt susar kalem susmasa da dinlerdi ya, ben İbrahim'den geçememiş ondan ne evvel ne de ahir olamamıştım. 

Kapının çıngırağı şakıdığında, sokağa İbrahim'in çıkacağını anlamıştım. Öyle de olmuştu. Ben önce yaşananları çok sonra, yazarken hatırlamıştım. O'nun da kisvesi asırlar öncesine uyuvermişti besbelli. Fakat alnındaki saçların mürdüm kızılı fesine değen yerini, hani tam da benim kaderimi yazmak istediğim yeri, alnını ıslatan inciden terleri ellerimle silmek istemiştim de silememiştim. Şakağından ensesine değen, alnına dökülen siyah güzelliğe kalmıştı bu görev.  Ben yine bolluk içinde yokluğa, fukaralığa düşmüştüm. 

İbrahim beni görmemişti. Sokağa dizilen Arnavut hatırası taşlara izini bırakarak yürümüştü, ben de yürümüştüm. O adımlarının değdiği yere ateşi bırakmıştı, ben öyle de olsa izini gördüğüm yerden başkasına basmamıştım. O İbrahim ise ben pervaneden başkası değildim. 

Yürüdüğümüz yolun sonunu bilmesem de izini sürdüğüm aşığın nerede duracağını biliyordum. Ben, yollara âşık, toprağa âşık, kâğıda ve kaleme âşık bir muharrir; O sadece ve sadece denize sevdalı bir müsavvir idi.

 İstanbul'un ellerini denize bıraktığı bir kışla yamacına çıkıp, oturduğu kayanın üzerinde çizmeye başlamıştı gördüklerini. Ve ben, işte tam da o an, iki şeyi çok sevmiştim. Bir toprağın deniz ile buluştuğu yeri, bir de denizin gökyüzü ile seviştiği yeri. İbrahim de bunları çok sevmişti. 

Sonra yere oturmuştum kisvemin kirlenmesinden korkmadan. Omzuma astığım keçeden bir kömür kalem bir de kâğıt çıkarmıştım. Yazmıştım.  

O gün bu gündür ki, bütün hikâyelerim de bir ressamı anlatırım. Gafletim bu yüzdendi. Deniz resmetmekle, adını bu hikâyede kulağına benim fısıldadığım ressam yazmakla bitmezdi. Ben yine de yazmıştım. 

Kahır, kader, kefaret! Bu üç kelimenin nakkaşlığını yapmıştım. Lakin sayfalarca yazdığım hatlara da yetirememiştim. Çünkü kahrın, kaderin ve kefaretin bahtıma düşen mealinden çok yorulmuştum. 

Ne demiştim taa evvelde, söz başında;

Tefeül damlatılmamıştı benim fıtratıma. Saf ve temizim diyemesem de, henüz işlenmemiştim, ya da daha yazılmamış bir kitabın sahifeleri gibiydim. Boştum! 

O zamanların hatıra oluşuna ve artık hikâye edilişine baktığımda söylemesem de artık, siz anlayacaksınız. 

Ben, kahrı, kaderi ve kefareti yazarken dolmuştum.