PARAMEDİKAL

Bugün okumalarım sırasında aldığım kısa notlardan bazılarını paylaşacağım sizinle. Mesleğimiz tabiplik olunca, tabii ki konu da yandan yöreden tıpla ilgili olacak. Hekimler arasında “paramedikal” denilen bu tür konuların “para”yla hiç mi hiç ilgisi olmadığı gibi “tıp”la ilgisi de, dediğim gibi yandan yöreden...

***

W. J. Hamilton, mesleğini dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı gezilerle zenginleştirmiş bir İngiliz jeolog. Bu gezilerden biri, “Küçük Asya” diye adlandırdığı Anadolu'da gerçekleşir ve tuttuğu notlar 1842'de iki ciltlik bir kitap halinde basılır. Bu kitabın Konyamızın bugünkü Ilgın ilçesine ait bölümü şöyle:

“Ilgın'da veba azmıştı ve her gün 8-10 vaka görülüyordu! Köy sanki bir çöldü, sakinlerinin hemen hepsi ölmüştü! Ovada yaklaşık sincap büyüklüğünde bir cins kemirgen kaynıyordu. Bunları Küçük Asya'nın başka kısımlarında da görmüştüm; ama bir cins köstebek mi, aktavşan mı, kır faresi mi, yoksa hamster mi belirleyemedim.”

 

Veba “Eski Dünya”nın en önemli hastalıklarından biriydi. Bizde daha çok Arapça'dan geçen, hadislerde de yer alan “taun” adıyla meşhur olmuş bu hastalığa Batılılar “kara ölüm” demişler. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum, büyüklerimiz arasında “taun”dan “davun” diye söz edilirdi. Şimdi sadece “davun çıkasıca” ve “davun tutasıca” gibi beddualarda, “davun mu tuttu?” gibi söyleyişlerde kalmış ve sorduğunuzda anlamını bilen çıkmıyor.  

Kişisel kanaatimiz Hamilton'un bahsettiği kemirgenin yaz mevsiminde ovanın her yerinde karşımıza çıkıveren “gelengi” olduğu yönündedir.

 

***
 

Veba deyince İstanbul'da tespit edilen bir mezar taşından söz etmeden geçmek olmaz.  Muhtemelen iki hanımı olan bir bey çok sevdiği eşi Naciye'nin mezar taşına şu duygulu mısraları hakkettirir:

“Beka yok cihanda nüfus-ı faniye
Ömr-i beşer sanki bir saniye
Birisin hayyen ayırdı felek
Taundan vefat etti, ah Naciye.”

 

***

Bilimin özelliklerinden biri de sınıflamalar, kategorizasyonlar yapmasıdır. Genellemeler yapmak , istisnaları görmezden gelmek ise bu işlemin kaçınılmaz bir parçasıdır. Şimdilerde giderek uzaklaşılan ancak bir zamanların hiyerarşik kozmolojine paralel olarak olmazsa olmaz sanılan bir durum da bilimlerin kendi arasında sınıflandırılmasıydı. İmam Gazali, İhya-u Ulumüd din'in bir bölümünü bilimlerin sıralanmasına ayırmıştır. Sınıflandırmasında din ilmini birinci sıraya yerleştiren Gazali, onun hemen arkasına tıbbı yerleştirir. 

Tıbbı matematikle de karşılaştıran Gazali şunları yazıyor:

“Tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söyleriz. Fakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal eder. Ancak semeresinin delilden daha kıymetli oluşu şeref bakımından da tıbbın yüksekliğine delalet eder.”

***

Aleksandr Zoeros Paşa Osmanlı döneminde yaşamış önemli tıp adamlarımızdan biridir. Türkiye'de mikrobiyoloji biliminin kurucularından kabul edilir. II. Abdülhamit döneminde kuduz aşısının ülkemizde de üretilmesi için Fransa'ya Pastör Enstitüsü'ne gönderilmiş, döndüğünde İstanbul'da ilk kuduz hastanemiz  olan Daülkelp Tedavihanesi'ni kurmuştur.

İşte bu Paşa'nın terekesinde II. Abdülhamit'e atfettiği bir grip hastalığı reçetesi vardır:

“Bir okka taze yoğurt alıp sepetçi söğüdünün yeşil ve yapraklı dalları, 150 dirhem mutfak tuzu ve beş baş sarımsakla karıştır. Mermer havan eli ile döverek yumuşak kıvama getir. Merhemi bütün vücuda, bilhassa el, ayak ve mafsallara sür.”.

Burada tarif edilen karışımı bizzat tıbba ve eczacılığa çok meraklı olduğu söylenen II. Abdülhamit mi keşfetmiştir,  yoksa başka birisi ona tavsiye mi etmiştir bilmiyoruz. Ama bilinen bir şey var: Söğüt yaprakları bugün Aspirin adıyla bildiğimiz asetil salisilik bakımından oldukça zengin.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)