Akşam ortaokulunda öğrenci iken tanımıştım Hüseyin'i. Hem ortaokulda okuyor hem de küçük bir esnaf çay ocağını çalıştırıyordu. Okulu zamanında niçin okuyamadığını, çay ocağına çayını içmeye gidince öğrendim. Annesi ile okul çağında üç kardeşi vardı. Baba olmadığı için birinin eve ekmek getirmesi gerekiyordu. Hüseyin, kendisinden küçük olan kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmişti. Hem de severek. O çalışacak, kardeşlerini okutacaktı. Ama akşam ortaokulu gibi bir kurumun olduğunu öğrenince, kendisini de okutmaya başlamıştı. Normal bir öğrenci değildi. Yorulmak bilmiyor, öğrenme açlığı, kolaylıkla giderilemiyordu. Benim okumadığım bazı kitapları okuyor, hatta getirip okumamı sağlıyordu. Sanki hoca o, yaşlı talebesi bendim. Hüseyin evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. Altı çocuğu vardı. Aradan asırlar gibi yıllar geçti. Hüseyin, önemli bir gazete köşe yazısı, kitap okuduğu zaman aramayı veya fırsat bulduğunda onları getirmeyi ihmal etmedi. Bu defa sanayide küçük bir demirci dükkânında çalışıyor, çatı kurma gibi tehlikeli işler alıyordu. Bir defasında çıktığı yüksek merdiven üstünde demir işleri yaparken düşmüş, ayağı kırıldığı için aylarca yatmıştı.. İki gün önce aradı Hüseyin. “Niğde tarafına bir şehit ailesine taziye ziyaretinde bulunacağız, gelir misiniz?” diye. 15 Temmuz yüreğimizi dağlamıştı. İhanetin, ummadığımız bir kanaldan, ahtapot gibi her yanımızı sardığı bir ortamda, şehit ailesine hiç gidilmez miydi? İçimden,“Hüseyin'in bir tanıdığı herhalde” deyip, gitmeyi kararlaştırdık. Sabah erken Hüseyin gelip beni alacaktı. Dakikti.Öyle yaptı. Arabada iki oğlu vardı: Muhammed ve Huzeyfe. Çocukların amcası ile bir de “Paşa Dayı'yı” alıp yola revan olacaktık. 

“Paşa Dayı kim?” Çok merak etmeye gerek kalmadı. Bu soruyu sorduğumuzda, “Ben anamın paşasıyım. 'Paşa oğlum', diye severdi” diyen, kavruk, ufak tefek bir adam arabaya bindi. Paşa Dayı, yeni hastaneden çıkmış. Cıgaradan, dişlerinin rengini anlamak güç birisiydi. Doktorun “bırak” tavsiyesine rağmen, içmeye devam ediyor. Paketleri kastederek, “Çifte tabanca mı taşıyorsun?” diye sorunca; “Yok” dedi.. Artık günde bir paket içiyormuş. Sanayide demir işçiliğinden emekli olmuş. Ama Hüseyin istediğinde gene çalışıyormuş. Asgari ücretten emekli, minyon tip Paşa Dayı'nın ünlü olduğu yönler vardı. Fakir, gariban ama borç istemiyor, borçlanmadan hoşlanmıyordu. Delikanlılık çağında, bir tüfek sahibi olmak istemiş. Onun için altı ay, Bozkır'ın dağlarında davar gümüş. Kazandığı üç bin beş yüz liraya, tek kırma tüfeğini almış. Fişeği olmasa da o tüfeği saklıyormuş.

Paşa Dayı, 15 Temmuz gecesini anlattı. Yorgunluktan erken uyumuş. Askerdeki oğlunun telefonu çalınca, yarı uykulu sormuş: “Ne var lan?”. Oğlan, babasını tanıdığı için, uzun etmemiş. “Televizyonu bi aç!” deyip kapatmış. Gecenin ilerleyen saatlerinde, telefon yeniden çalmış. Bu defa nöbet yerindeki oğlunun sorusu: “Şimdi ne yapacağım?” Gözleri öfkeden çakmak çakmakPaşa Dayı, oğluna emrinivermiş: “Ne kadar Paralel gelirse hepsini vur. Ardında ben varım!” Onun takıyyesi, ikiyüzlülüğü, imiş gibi gözükme derdi yok tabii. O, olduğu gibi biri. Okuması çok değil ama, dış güce dayanıp vatana ihanet edildiğini anlamış. Artık şahsi hesabı, kişisel varlık derdi de yok. Olmazsa olmazı vatan. 

Niğde-Bor yolunda nihayet Hüseyin'e sordum:“Ziyaret edeceğimiz şehit ailesi kim?” Kısaca özetledi. “Hani şu özel kuvvetleri, ağır silahları ele geçirmek üzere yanında yirmi-otuz kişilik askerle gelen General Semih Terzi'yi alnından vuran astsubay Ömer Halisdemir var ya, o”. Yol arkadaşlarım gözümde bir kat daha büyüdü. Onlar, vatanı hesabı, makamı, mevki beklentisi olmadan seviyorlardı. Eline sopasını alıp darbeye karşı çıkan yetmiş beşlik Fikriye Temel, tankların karşısına dikilen iki çocuk anası Safiye Bayat gibi, televizyon ve telefondan ayrı kaldığı köyde darbeyi öğrenince nacağını arabasının ardına koyup Ankara'ya gelen Musa Emmi gibi isimsiz milyonlar.. Hepsinin demiri halisti..

Bor yolundan Çukurkuyu Kasabası'na döndük. Kasaba girişinden itibaren gözüken Ay-Yıldızlı Bayrak ile ardından gelen “Şehit Evi” levhaları, soruları cevaplandırıyordu. İl Özel İdaresi, sokağı, şehide hürmeten parke taşlı hale getirmiş. Sokak üstüne kurulan mütevazı taziye çadırı, gelip-gidenleri ağırlamak için, olay üstünden on dokuz gün geçmiş olsa da ağırlamaya devam ediyor. İslâm, taziyeyi üç gün olarak sınırlamış olsa da millete mal olma her halde böyle bir şey. Şehit babasının hasta yatıyor olduğunu söylediler. Amcasına başsağlığı dileyip, mezarını ziyarete gittik. Taze şehit mezarının yanında, başka şehit mezarları vardı. Mezarlık yolunun karşısına bakınca orada da bir şehit kaydı görüyorsunuz. Anadolu'nun bir küçük beldesinin payına ne kadar da çok şehit düşmüş.. Hüseyin, Yasin okur biz dinlerken, Mersin tarafından, sağlıkçı olduğunu belirten ziyaretçi de dinledi. Boynukorseli ziyaretçi, bağrı yanık biri olmalı ki, şehit hatıra defterine “Ey Şehit” diye başlayan coşkun bir yazı döşenmiş. Ömer Halisdemir, Anadolu'nun küllenen nabızlarındaki devlete, vatana, millete sahip çıkma şuurunu harekete geçirmiş, belli.. Yasin biterken, şehidin küçük kardeşi geldi. İstanbul'da asgari ücretle bir kargo şirketinde çalışıyormuş. Ağabeyi gibi evli ve iki çocuk babası bir delikanlı.

Olayı bir de onun ağzından dinlemek isteyince bize, cep telefonundaki görüntü eşliğinde anlattı. Otomatik silahlı yirmi komando arasındaki hain generali aralarına dalarak alnından vuruşu fark edilebiliyor. Karanlık, mobese çekimi net olmasa da iki el ateş peş peşe görülüyor. İki kurşun.. Generalin yere serilmesi ile birlikte muhafızlarının kaçışı da gözüküyor. Tabi burada herkesin bildiği telefon konuşmasının kulaklarda yankı yapmaması mümkün değil. Komutanı, beylik tabancalı astsubayına, “gelen generali vur” emrini veriyor. Emrin anlamını, her ikisi de biliyor. Her ne kadar “ben de geliyorum” dese de o gelmeden olacaklar belli. “Şehadetin kutlu olsun” kelimeleri, görüşmenin sonucunu çoktan belli ediyor.

Ömer Halisdemir, o an ne düşünmüş ola ki? Evini, çocuklarını, eşini, ana-babasını, köyünü..Ne düşündüğü belli. Önce vatan, önce devlet. Onlar olmadığı zaman ev de olmaz, aile de.. Özel kuvvetlerin ele geçmesi, özel silahların hain ellerde kullanılır olması yüzlerce, belki binlerce insanın öldürülmesi demek.. O, yüzlerce, binlerce kardeşi ölmesin diye kendini bilerek, bilinçli olarak feda ediyor. Helikopterle gelen çetenin, önüne çıkıp tereddüt etmeden şehadete yürüyor. Sonrası malum. Çete içindeki bir binbaşının otomatik silahından çıkan kurşunlarla şehit düşüyor. Vücuduna otuz kurşun sıkılmış vaziyette hem de.  Anzak hatıralarından okumuştum, keskin nişancı bir Türk kadınını vurmuşAnzaklar. Cesedini ele geçirdikleri zaman, saydıkları kurşun miktarı elli iki. Ömer Halisdemir, Çanakkale şehitleri gibi, aynı ruh, aynı imanla vatan için canını hiçe saymış. Çanakkale ruhunun yaşadığının delili olmuş. Gerçi o gece, tank önüne yatanlar, tank ile bariyer arasında vücutları ikiye bölünenler, boynundan itibaren başı uçurulmuş olanlar, tank üstüne çıkanlar, bu milletin hep Ömer Halisdemirleri idi. İki yüzyıldır okumuşlarının dış bağları sonucu ihanetlere, darbelere sık sık uğrayan millet, şuuraltında artık hepsine birden, “Yeter” diyordu.

Darbelerin, adı, yapanlarının zamanı değişik olsa da birbirinden farkı yoktu. Abdülaziz'i devirip şehit edenlerin İngiliz bağı ile “Paralel Çetenin” Amerika ve diğer habaset bağlarının bu vatan, devlet açısından farkı bulunmuyordu. Göklere yükselen Ay Yıldız altında, yeşil çam ağaçlarının huzur solutan havasını teneffüs ederken, gözünüz değil yüreğiniz kan alıyor. Şehidin çocukları, eşi, anası-babası, aileye düşen ateş bir yana, milletin ocağına düşen ateş kavuruyor insanı.. Neden bunca ateş? Niçin dinmek bilmez? Aletlerin ters köşe yapması bir yana, bu yangın niçin on yılda bir tekrarlanır da can evimizden vurur?

Sorular çok. Cevap tek. Cevabı, Anadolu'nun bağrındaki şehitlikler veriyor. Bu vatan, şehit kanları ile yoğrulmuş. Vatan olarak elimizde kalacak, millet, devlet olarak yaşayacaksak, yeni bedeller ödemeye hazır olmalıyız. Çünkü Anadolu'nun bizim kalmasını, Haçlılar istemiyor. Saldırıda hangi aletlerin kullanıldığı, sadece bizim açık bıraktığımız kapıları işaret ediyor. Alet önemli mi? Aletin, PKK, PYD, IŞİD, DHKPC, Paralel çete olmasının ne önemi var? Değişik, kılık, kıyafette, değişik söylemlerdeki aletlerin gerisindeki “kuklacıyı” görmek gerekmez mi?Yerli değerlere sahip çıkarak alet olmayacak kafa ve yürekte, hür düşünceli, vatansever, iradesini birilerine teslim etmemiş evlatlar yetiştirmemiz gerekmez mi? Ah eğitim.. Ah doğru verilmemiş değerler sistemimiz.. Düşmanın çalışmasından çok kendi eksik ve hatalarımız bizi vuran.. Bizi asıl çökerten o açıklarımız.. Gafletimiz, kötüye kullanılan iyi niyetlerimiz.. Düşünceler boğucu.. Şehidin kardeşine dönüyoruz..

Küçük kardeşin adı anlamlı: “Soner”. Yüzünde hüzün olsa da gurur, kibir yok. Ona göre ağabeyi, gayet normal, yapması gerekeni yapmış.. Tavrı ile söylediği bu. Ailenin kökenini soruyoruz. Atalardan öğrendiğini, kısaca aktarıyor. Ailesi buraya, Maraş'tan gelmiş. Zorba biri, sülalenin güzel kızını almak istemiş. Vermek istemeyince, göçmüşler. Maraş'a da Halep'ten hicret etmişler. Onlar, Halep Türkmenlerinden. Mezarlıkta, Halep Türkmenlerinden şahsiyetlerin, “Seyid”, “Peygamber evladından” ifadeli Osmanlı Türkçesi, Arapça kitabeli mezar taşları var. Osmanlı son devrinde gelen Halep Türkmenlerine yenilerinin eklendiğini düşününce bir daha yüreğimiz burkuluyor. Yurdu yangın yeri olan, ölen, vurulan, darbeye maruz kalan hep “Biziz”.. Güçlü olmadan ayakta kalmamız, birlik olmadan yaşamamız, açıklarımızı kapatmadan yeni tezgâhlar tarafından vurulmamamız mümkün değil..Dolmak üzere olan kalın Şehit Hatıra Defterine iki satır yazmamız gerek. Onu şöyle yadigâr bırakıp ayrılıyoruz:

“04 Ağustos 2016

Ömer Halisdemir'ler olduğu sürece bu vatan Haçlılar ve içerideki maşalarının eline geçmeyecek.

Ne mutlu, Ömer Halisdemir ve çevresindeki şehitleri yetiştirip büyüten ana-babalar ile Çukurkuyululara..

Allah, yakınlarına sabrı cemil versin.Bu vatanı, yeni ABD ve uşaklarının saldırısından korusun.”

Ey otuz kurşun ve efendileri! Bilin ki sizi yutup yokluğa gönderecek çok beden var bu memlekette..