Karadeniz bölgesinde yerleşim dağınık nizamdır. Köyler aralarında yürüyerek en az bir, bazen iki saatte kat edilebilen mesafe olan mahallelerden oluşur. Haneler deseniz her biri ortalama beş dönümlük avluların içinde yer alan, külliye gibi yapı topluluklarından oluşur. Avlularda sadece alt katında büyük baş hayvanların, üst katında geniş bir ailenin yaşadığı bir ev değil, harman yeri ile birlikte samanlık, küçükbaş hayvanlar için ağıl, hane sahibinin yeteneklerine göre bir işlik, hatta bazen aile kabristanı bile bulunur. 

Şimdi her beş on haneden oluşan mahallelerde bile şehir usulü yapılmış bir caminin ve kadrolu imamın olduğuna bakmayın biz orta mektep talebesiyken bir köyde ancak merkez mahallede bir cami bulunur, kadrolu imamın bulunduğu bu camiye Cuma günleri köyün bütün erkekleri toplanırdı. Mahallelerde cami yoktu ama tabanını nadiren bir çöpür kilimin döşediği köy odasına gerektiğinde birkaç dokuma kilim konarak namaz da kılınırdı.

Ramazan ayı yaklaşınca mahalle ahalisi toplanır, içlerinden yaşı, kültürü ve hareket kabiliyeti uygun birini ya kendi imkânlarıyla bir araştırma yaparak ya da ilçe müftülüğünün yardımıyla bir Ramazan Hocası ayarlaması için yetkilendirirlerdi. Ayarlanan hocanın temel görevi mahalleliye teravih namazı kıldırmaktı. Teravihten önce vaaz etmek, beş vakit ezan okumak, vakit namazlarını kıldırmak, bir de boru çalmaktı. Bir Orta Anadolu'lu olarak bu “boru” işini anlamamış olabileceğiniz için kısaca açayım: Boru çalmak bizimki emsal dağınık nizam yerleşmiş köylerde halkın iftarı ve sahuru haber vermek için geliştirdikleri bir yöntemdi. “Boru”ya şehirdeki “Ramazan topu”nun köy versiyonu desek yanlış olmaz herhalde.  

İlçemiz Alaçam'da pazar Çarşamba günü kurulurdu. Şimdiki otoparklar gibi atların eşeklerin örüklendiği bir alan vardı çayın kenarında. Onun hemen yanında zemini her daim ıslak, çıkanların yüzünde mutlaka bir rahatlama belirtisi olan, önünden geçerken yoğun idrar kokusunun burnunuzun direğini sızlattığı belediye helâsı yer alırdı. Sonrası! Gelin edilecek kızın başına takılacak duvaktan ölüye sarılacak kefene, ineklerin kafasına takılan nazarlıklardan girebi, nacak ve cizeğe kadar bir köylüye lazım olabilecek her şeyin satıldığı, sahiplerinin yakın gözlüklerini takarak “eski yazı” ile notlar aldığı veresiye defterlerinin kirli paslı yapraklarının içinizi kaldırdığı dükkânlar. Bu dükkânların sağına soluna sığınarak köyünden getirdiği kapak kapak peyniri satmaya çalışan kıldan dokuma külot pantolonlu, kasketinin sekiz köşesinden en az üçü delinmiş, Hitler bıyıklı emmiler dayılar, iri iri gül motifli fistanları ve kül katılmış dere suyunda tokaçlanarak beyazlatılmaya çalışılmış yazmalarıyla halalar, teyzeler. Ve kendini beğenmiş şehirlilerin bitmeyen pazarlıkları.

Ramazan'dan bir önceki Çarşamba etraftaki köylerde, hatta yakın ilçelerde ne kadar eski yazı bilen, Kuran'dan bir aşır okuyabilen emmi varsa ilçeye gelir, tanıdık bildik din görevlileri ya da esnaf vasıtasıyla Ramazan Hocası ekonomisinden pay kapmaya çalışırlardı. Mahalleli hoca ayarlamak için görevlendirdiği ağır abiye hocaya ne kadar ödeyebilecekleri konusunda şöyle kabaca bir miktar bildirirdi. Henüz suni gübre oralara gelmediği için ekinin kıt, hayvan bakmanın da fena halde zahmetli olduğu zamanlarda emeklilik yaşında bir adam için iyi bir para olurdu bu miktar. Tabii ki ekstralar da vardı. Bir kere bakım muhteşemdi. Her akşam başka bir hanede, o şartlar içinde değerlendirilmek kaydıyla olabildiğince zengin bir sofrada yiyip içerdi Hoca Efendi. Atalara okutulan Kuran'lar, geçmişlerin ruhuna indirilen hatimler de karşılıksız bırakılmaz, hocanın cebine üç beş kuruş sokuşturulurdu. Bir de bayram namazı kılındıktan sonra verilen hediyeleri sayarsanız “bundan iyisi Şam'da kayısı” dememek elde değildi.

Zamanında ata köyümün camisinde vaaz eden Ramazan hocalarından birinin söylediklerini hatırladıkça gülümserim. Yaşı başı ilerlemiş, saçı sakalı ağarmış hoca efendi Bakara Suresi'nin “Şehru ramazân ellezî” diye başlayan ayetini okuduktan sonra şöyle yorum yapıyordu: “Ey cemaat, dikkat buyurun, Allahü Teala okuduğum ayette Ramazan'ı bir şehre benzetiyor.”   

Her Ramazan gelişinde, kameri hesapla da olsa şemsi hesapla da olsa bir yılda on iki ay bulunduğuna göre Ramazan'ının neden on iki ayın değil de on bir ayın sultanı olduğunu sorarım kendi kendime. Sözünü ettiğim Ramazan hocasının yorumundan yola çıkarak Ramazan'ın şehir, diğer ayların köy mesabesinde olduğunu, şehrin tabii ki köylerle aynı kategoriye sokulamayacağını söylesek bu soruya bir cevap vermiş olur muyuz acaba? 

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)