Aslan gibi bir babanın, kahraman evladına…

‘’Gez oğlum…
Vatanına göz dikeni ez oğlum! Dostum kim düşmanın kim sez oğlum. Tarihini şerefinle yaz oğlum! Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum. Çakal gezen şu dağlarda gez oğlum…’’


20 Şubat 1974’te Niğde’nin Çukurkuyu Köyü’nde doğdu. Kahramanmaraş’tan göçüp gelmişlerdi Niğde’ye. Kökü Türkmen Betik aşiretine dayanıyordu. Çiftçiydi babası ve ailenin üçüncü çocuğuydu. Sonra üç kardeşi daha oldu ama onun adı Ömer’di…
Dayanıklı bir çocuktu. Gücünü o çok sevdiği annesinin elinden severek içtiği tarhana çorbasından alıyordu. Bir yandan okurken bir yandan da babasının kutsal mesleği olan çiftçiliği yapıyordu. En az okumak kadar seviyordu toprakla uğraşmayı. O coğrafyanın içinde olan hangi çocuk sevmezdi ki hem çalışıp hem okumayı. Babası ile baş başa kaldığı zaman hep dinlerdi. Babasının ona karşı dudağından düşen tek bir cümle vardı. ‘’Şerefinle yaşa, büyüğüne saygılı, küçüğüne şefkatli ol’’.  Bu nasihat, aslan Ömer’in hayatı boyunca aydınlatıcısı oldu.
Toprakla uğraştıktan sonra kalem tutan eller onu liseye, Niğde Endüstri Meslek Lisesi’ne taşımıştı. Büyük bir uğraş ile makine bölümünü okudu. Köy ile Niğde arası 50 kilometrelik bir mesafeydi. Nereden baksa her gün beş-altı saatini yollarda geçiriyordu. O kadar güçlü bir çocuktu ki bir gün bile of demeden büyük bir dirayet ile okulunu bitirdi. Makine bölümünü bitirmişti Ömer. Ancak kafasının bir köşesinde her zaman asker olmak yatıyordu. O üniforma hayallerini süslüyordu. 1993 yılında çok sevdiği askerliğe vatani görev için gitti. İşte o üniformayı üzerine bir geçirdi ve asla bir daha çıkartmadı. Askerliğini bitirdi ve çok sevdiği orduda kalmayı istedi. Uzman çavuş olarak orduya katıldı. Çok değil tam üç sene sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı’na katıldı. Bedeni tıpkı bu günler hissetmiş gibi öyle sağlamdı ki askerlik ona çok yakışıyordu. Öyle bir selam veriyordu ki karşısında ki dağları titretiyordu. Öyle bir esas duruşu vardı ki gözleri ile korku salan… Başarılıydı, çok iyi bir vatan evladı ve çok iyi bir askerdi. Attığını vurur, tuttuğunu koparırdı. O başarılar hep Ömer’i birinciliğe taşımıştı. 1999 yılında ise doğrudan Astsubaylığa terfi etti.
Vatan evladı, güzel komutan, vefalı çocuk Ömer iyi kalpliydi. O iyi kalbini ise 24 yaşında Meryem isimli bir güzele kaptırmıştı. Evlendi. Çok sevdi. Her geçen gün daha çok sevdi. İyi bir asker olduğu kadar iyi bir eşti. Çocukları oldu Ömer’in. Birisi kız birisi erkekti. Elifnur ve Doğan Ertuğrul’du adları. Çok seviyordu canlarını. Çocuklarının kokusu görevi başında burnunda tütüyordu. İyi bir babanın evladı olan Ömer, çocukları içinde çok iyi bir babaydı.
Çok iyi bir eş, çok iyi bir baba olan Ömer, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın da göz bebeğiydi. Birçok operasyona katıldı. Yurtiçi, yurtdışı demeden bu vatan için önemli olan neresi varsa gitti. Kendinden astına da üstüne de eğitmenlik yaptı. Bildiklerini gördüklerini anlattı. 20 yıl Özel Kuvvetler de kaldı ve bu süreç büyük bir başarıydı. Ömer’i anlatan arkadaşları onu ‘’Arazide çok iyiydi, çok cesurdu, az uyurdu, gözü karaydı, görev adamıydı ve asla yorulmazdı’’ diye anlatıyorlardı.
Görev adamı olan, cesur olan Ömer, uzak kaldığı köyünü her defasında gözünde canlandırıyor yürüdüğü sarp arazilerde bile aklına okul zamanlarında yürüdüğü mesafeyi anımsıyordu. En büyük hayali son zamanlarda kafasına koyduğu tek bir şey vardı o çok sevdiği köyüne ev yaptırmak istiyordu. Çok sevdiği askerlik üniformasını çıkarttığı zaman çok şey görüp yaşadığı askerlik hayatı bitince emeklilik günlerini o evde, ailesiyle birlikte geçirmek istiyordu. Ortaokul arkadaşı olan İleri Koçak, belediye başkanıydı. Aldı telefonu eline eski günler yâd ederek konuştu. Anlattı yaşadıklarını anlattı hayallerini ve beklediği cevabı aldı. Koçak, ruhsat konusunda yardımcı olacaktı. Telefon ile konuştukları tarih 4 Temmuz’du. Nihayet evinin temelini attırdı. Yavaş yavaş hayalleri gerçekleşiyordu. Bir yandan da gözü kulağı hep silah arkadaşlarından gelen haberlerdeydi. Neredeyse her gün bir şehit haberi alıyordu. Canı o kadar çok sıkılıyordu ki öfkeden deliye dönüyordu. Gözyaşı hep içine akıyordu. Bir gün kalktı ve çiçekçiye gitti. Şehitler için, kahraman silah arkadaşları için fideler aldı. O ağaçları tek tek hayalini süslediği evin bahçesine dikti.
Ömer iyi bir dinleyiciydi. Özellikle coğrafyasından gelen Neşet Ertaş’a aşıktı. Bazen operasyonlara giderken sazını da takardı omuzuna. Çünkü vatanı gibi türküleri de çok severdi. ‘’Her ne zaman görsem seni Everek dağı, yüreğimde bir incecik sızı var. Ah ile geçirdim ömrümün çağı, şu anlımda ne bitmedik yazı var. Çoğu gitti şu ömrümün azı var anam azı var.’’ Diyen Everek türküsünü çok severdi. Sazını eline alıp bir güzel çalardı. Neşet Ertaş’tan da ‘’Ya beni de götür ya sen de gitme’’ dedi mi içi ayrı bir titrerdi. Zahidem’i de çok severdi Ömer. İnterneti açar köyünün fotoğrafına bakar arka fonda türkülerini sıralar derin bir ah çekerdi…

Çoğu zaman ise arka fon hep şöyleydi;

‘’Ölüm ardıma da düşüp yorulma. Var git ölüm bir zaman da yine gel. Akıbet alırsın koymazsın beni, var git ölüm bir zaman yine gel… Çıkıp bozkurtlarla ulaşamadan, yalan dünya sana çıkışamadan, eşimle dostumla buluşamadan, var git ölüm bir zamanda yine gel…’’

Tarih 15 Temmuz 2016


Görevi başındaydı Ömer Halisdemir. Sıkıntılıydı kurban olduğum. O akşam babası Hasan Hüseyin Halisdemir’i aradı. Şu cümleler döküldü ağzından; ‘’Baba içimde bir his var. Ağır bir his var, ağırlık üzerime çok bastı baba’’ dedi. Babası da ‘’Oğlum dikkatli ol, tedbirli ol. Allah muhafaza bir şeyler olabilir’’ diye telkin etti. Ömer’in dediği ise, ‘’Baba çok hisliyim, şiddetleniyorum’’ dedi. Sonrasında telefon çaldı arayan komutanı Zekai Aksakallı’ydı. Adeta hisleri bir anda önüne dökülmüştü. Hissetmişti yiğidim. Aksakallı, Semih Terzi denen vatan haininin cuntacı olduğunu, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı ele geçirmek için yola çıktığını söyledi. ‘’Senden son bir görev isteyeceğim’’ deyip Semih Terzi denen haini tek kelime ile öldürmesi istedi. Telefonu kapatmaya yakın ‘’hakkını helal et’’ diyerek helallik istedi. Ömer Halisdemir telefonu kapatmadan önce ‘’Emriniz başım üzerine. Hakkınız helal olsun’’ dedi ve başını dik tutarak, gözlerini kısarak vatanına göz dikenlere hesap sormaya gitti… Tıpkı dağlarda ki gibi, tıpkı eğitimlerde ki gibi cesurdu Ömer. Tek korkusu vardı o da vatanına göz dikenlerin emellerine ulaşması. Ama onun buna müsaade etmeye hiç niyeti yoktu. Emri aldıktan sonra hiç tereddüt etmeden planını yaptı. Aksakallı Paşa’dan aldığı emirin üzerinden dakikalar geçtikten sonra o vatan haini karşısına gelmişti. O hain bu organizenin başıydı belki. Birçok önemli noktanın sorumlusuydu. Arkasına bakmadan, başını eğmeden Terzi’nin alnına çaktı iki tane. Hem de tam ortasından… Dur dedi vatan hainine. Niyeti yoktu yedirmeye. Canı kadar sevdiği ülkesine boyun eğdirmedi Ömer. Oracıkta geberdi hain.


‘’Gün gidende ay gelende gel oğlum. Cihan yanar sen gülende gül oğlum. Bir yol vardır hakk yoludur bul oğlum. Yeri bilmek göğü bilmek bil oğlum. Senden gider sonsuzluğa yol oğlum. Dört bir yana salmalısın kol oğlum. Ekmeğini aç olanla böl oğlum. Haram yeme, hakk uğruna öl oğlum!’’

Cuntacıyı gözünü kırpmadan vuran Ömer Halisdemir’i yıkmak o kadar kolay değildi. Hepsi onun karşısında aslanın önünde duran çakallar gibiydi. Saldırdılar Ömer’e. 30 tane kurşun sıktılar aslan parçasının bedenine. Yine de öldüremediler. Korkmadı Ömer. Onun için vücuduna değen 30 tane kanatsız kuştu. Kanatları yoktur kuşların. İçini gıdıklayan bir his vardı. Ama çok mutluydu. Gemisini terk etmemişti. Vatanını yedirmemişti hainlere. Namusunu korumuştu. Onun huzuru içerisindeydi. O kanatsız kuşların kanatları Ömer’indi artık. Her biri kanat oldu Ömer’e. Aldı götürdü onu. Şehit olmuştu Ömer. Yine görevinin başındaydı. Şehitler ordusundaydı artık. Peygamber alnından öptü. Belki hayalini kurduğu evin içinde değildi ama en güzel bir makamın içindeydi artık…

Babasının en hüzünlü yanı olan Ömer, vatanının asil kahramanı Ömer, Ertuğrul’un aslan babası Ömer, artık herkesin bir ağabeyi, kardeşi ve babasıydı…

15 Temmuz…