Yine paramparça gönül; yine kanlar içinde yürek…

Her yeni gün yeni bir ağıt yükseliyor içimin derinliklerinden; kulak veriyorum feryada acı yine o aynı acı aşinayım sızısına fakat ses başka ses. Bu bir çocuk sesi, içimdeki çocuk ağlıyor bu kez hıçkırıklarla. Hani ayağıma dar gelen kırmızı ayakkabıyı değiştirmeye gidecektik diyor… Bayram için eve lokum, kahve, kolonya evdekilere yeni çorap; bayramlık elbisemin renklerinde tokalar… Daha balkona çıkıp iftar topunu bekleyecektim. Sana ilk ben getirecektim sabırsızlıkla beklediğin iftar haberini.

Bak akşam olduğunda perdeler kapanıp sarılı beyazlı ışıklar yanınca ellerinde sıcacık pidelerle geliyor babalar. Gelişini pencerede sabırsızlıkla bekleyen çocuklar daha onlar zile basmadan koşup karşılıyor babalarını. Ol saat tamam oluyor gün, aile, çocuk, hayat; ol saat tamamlanıyor insan. İçimde feryat eden işte o yarım kalmış çocuk.

Orta yaşlı ben’e anlatabiliyorum ölümü ancak o küçük çocuğa anlatmak kabil değil. O Küçük kız çocuğu hala kırmızı pelerinli kahramanını bekliyor pencerede…

Babam gelmeden sofraya oturmam diyor. Çekilin orası babamın yeri diyor gelir birazdan. Giymeyin o terlikler babamın, oturmayın o babamın koltuğu diyor. Bakın saati hala çalışıyor tik tak tik tak. Kalbi kuş olup uçmadı kandırmayın beni diyor. Babalar ölmez küçük kızlarının elini asla bırakmaz…

Saklambaç oynuyordur benimle kapının ardına saklanmıştır ya da dolaba. Ben şimdi sobelerim onu diyor.

Hatırında mı köy yolunda yeşil nohut topladığımız? Baba evine götürdüğümüz desteler halinde ve dedemin şakaları arasında yediğimiz. Hani yazın vanilyalı dondurma alırdın ve kendin yemez bizim iştahla yiyişimizi seyrederdin keyifle. Her yıl öğretmenler gününde kullanmaya kıyamadığın dolma kalemlerinden birini ellerinle paketleyip öğretmenime hediye etmem için tutuştururdun elime.

Sözlerimi derin bir sessizliğe haykırmak çok acı; ne olur sen duy. Sorularıma cevap bulmaya çalışmak ne müşkül; sen cevapla. Bu ne derin ve ne dipsiz bir karanlık. Boş kuyuya bağırır gibi sesime ses veren yine kendi sesim. Kendi söyleyip kendi dinleyen, kendi çalıp kendi söyleyen bir ozan gibiyim nicedir. Hani yerin kulağı vardı? Oysa senin yattığın yer küp gibi sağır.

Yağmur yağıyor baba duyuyor musun gök gürlüyor, şimşekler çakıyor. Gittiğin yerde şemsiyeye lüzum var mı? Üşünüyor mu? Yoksa dünyaya ait haller oradakileri etkilemiyor mu? Bahar kokuları, yaz sıcağı, yağmur damlaları sızıyor mu içeri? Yoksa duyduğun tek ses karıncaların ayak sesleri mi?

Pencereme konan kuş sen miydin geçen sabah? Yağmur olup, rüzgâr olup başımı okşayan, içimdeki fısıltılarla benimle konuşan, rüyalarıma gelip sessiz, sözsüz, harfsiz yalnızca bakışlarıyla anlatmaya çalışan içindekileri.

Bu kez sıra servilerin yoldaşlık ettiği yeni evine gelirken birbirinden güzel güller, hanımeli ve kır papatyası getirdim sana. Çok sevdiğin leylaklarla kısa ömürlü lalelerin saltanatı bitti artık. Her ihtimale karşı senin yerine de doya doya kokladım onları toplarken. Ben çıkarken çocukluğum hala pencereden dışarıyı gözlüyordu. Onu hayallerimle baş başa bırakıp kapıyı kapadım. Kalbinin bir kuş olup uçtuğu gerçeğine şimdilik yalnızca orta yaşlılığımı inandırarak…