2013'ün Temmuzunda, güneş tepemde bir mızrak boyuyken, hava sıcaktan da sıcak ve dudaklarımda bir oruç susuzluğu çatlıyorken başlamıştım Ateşbaz'ı yazmaya. Elimde tuttuğum kitabın hikâyesini, üzerinden iki yıl geçmemiş gibi, daha mürekkebim ilk noktanın düştüğü yerde kurumamış gibi hatırlıyorum. 

Gecenin karanlığında göğü yakan yıldızları gördüğümde, semânın ise bu yangından pervanece bir hoşnutlukla güzelleştiğini düşündüğümde, yazacağım eserin adının Ateşbaz olacağını daha o vakit anlamıştım. Zira içimde öyle büyük bir yangın vardı ve ben acıyı da baş göz üstüne bir selam ile yüreğime öyle güzel buyur etmiştim ki, yaptığım ateşbazlıktan başkasına sığmazdı. 

Kişileri gerçeğe dokunmuş bir masal anlatacaktım bu kez. Hikâye demeye dilim varmaz çünkü ancak masallarda olabilecek bir gerçekliğe sığardı yazdıklarım. Lâle'nin zihni, Asaf'ın gizemi, gerçek bir hikâyenin duvarlarını aşıp gidecek kadar imkânsızdı. Ve aşkı yazdığım bu kitaba verdiğim sırların gerçek olduğunu söylesem, kasem olsun ki sayfaları ateş alırdı. 

Birisinin bulunmadığı mecliste, o birisi hakkında konuşmaktan men ederdim kendimi. Fakat yazmak başka idi. Yazmanın vebali, hükümler kitabında konuşmak gibi değildi. Üstelik hakkında yazacağım kişiyi cennete yolcu etmiştim. Epeyce uzun bir yola ve kavuşmanın bu dünya için imkânsız olduğu menzile göndermiştim. Yazacağım her cümle önce aşkın sonra da hüsn-i zanın köprüsünden geçecekti. Öyleyse eğer bu dünyada bana verdiği güzelliği ertelenmiş bir cennet hediyesi diye alan Rabbe şükürler olsundu. 

Kanatlarını ateşten sakınmayan bir pervanenin cüretiyle, almıştım kalemi elime. Bedenimde bütün günün yorgunluğu, orucumu açmış da olsam hâlâ susuzluğun verdiği bir bitkinlik. Geceye çökmüş karanlığın uykuya davet edişi. Aşk da böyle değil miydi? Aklın vazgeçtiğine yüreğin koşup gelmesi! 

Ve aşk gibi, yazının da, sahibi olmazdı. Oysa bu ikisine de ait olan, olmak zorunda olanlar vardı. Asaf ile Lâle, Ateşbaz'a aitti. Bu kitap bunca sırrı onların vebali ile taşımıştı. Hayalin de zamanı vardı bilirdim. Ve Ateşbaz'a yazdıklarım, ahirete kadar ertelenmiş olan hayallerden ibaretti. 

Bu dünyanın cennet olmadığını ama cehennem de olmadığını aşkla anlamıştım. Bu yüzden ki yazmaya, evvela aşkın Besmelesi ile başlamıştım. Ve demiştim ki, “Yanmaktı aşkın Besmelesi; tövbesi ise hasret.” Cennet ise sadece sevilenin olduğu yahut onunla kavuşulduğu mabet... 

Arkasında aşkın olduğu kapı yüzüme her kapandığında, üstelik o kapıyı kilitleyen kilidin ölüm olduğunu düşündüğümde, çaresizliğin de bir çare olduğunu anlamıştım. Zira derdi verip dermanını sevdiren Allah, acize “derdimi benden alma” diye dua ettirirdi çoğu kez. Derdimi böyle çok sevip, yanmanın hazzına vardığımda yazmıştım kitabın sahifelerine hasretin izdüşümünü. Belki de bu yüzden sabrın sınandığı ramazan ayına rastlamıştı Ateşbaz'ın ilk cümlesini kaleme almam. 

Hasret, sahursuz niyet edilmiş bir oruç gibi, nefsin sabra tabi tutulup terbiye edildiği en büyük imtihandı. Ateşbaz ise benim bu imtihanı özetleyebildiğim en güzel kelimem.