Kilitli kapılar gibiyim nicedir; ağzımı bıçak açmıyor. Rüyalardaki bir anlık sonsuz zamanların doyumluk olması dilenen fakat ne yazık ki tadımlıktan öteye geçemeyen hayal perdesini aralayamıyorum.

 İçinde yaşadığınız gerçeklik bir süre sonra rüyalarınızın da gerçeği haline dönüşüyor. Olmasını hiç istemediğiniz, hep korkusunu çektiğiniz, ne zaman hatırınıza gelse yok saydığınız, ötelediğiniz bir olay başınıza gelince ne kadar reddetseniz de bir yerde kabullenmek, boyun eğmek zorunda kalıyorsunuz ya işte bu kabulleniş bir süre sonra rüyalarınızı da etkisi altına alıyor; alın size nur topu gibi kanıksamak. Tıpkı yavaş yavaş ısıtılan kurbağalar misali…

   En son yazmaya karar verdiği fakat her ne olduysa gelişme kısmına bile geçemeden yarım bıraktığı sayfada bunlar yazılıydı. “Vay be!” Dedi arkasına yaslanırken. Yazdıkları bir an yaşadıklarından daha ağır, daha altından kalkılamaz göründü. Fakat sonra düşününce ‘eksiği var fazlası yok’ diye nitelemekte karar kıldı.

Gerçekten öylemi olmuştu? Kanıksamış mıydı olanları? Bu kadar çabuk mu? Yoksa tıpkı rüyalarındaki gibi bu olanlar da birer yanılsama mıydı?

Belki de gerçeklik diye bir olgu yoktu. Yaşam denilen sahne belki de bir karagöz perdesi idi; insanlar, ışıkla perdeye yansıyan karakterler. Işıklar söndüğü zaman ise puff. Yaşadığımızı zannettiğimiz fakat ne sihirdir ne keramet kabilinden birer hokus pokustan ibaretti. 

En kötü, en içinden çıkılmaz zamanlarda; bir uçurumun kenarında ya da derin suların en dibine batacağı sırada tüm yaşadıklarının uzun, nahoş bir rüya olduğunu, gözlerini açtığında derin bir oh çekerek eski tasasız günlerine kaldığı yerden devam edeceğini düşünürdü. Ogünler ki neler yapıyorsun diye sorduklarında “aynı hayat işte değişen hiçbir şey yok” dediği zamanlardaki rutine binlerce kez şükrederek ve kıymetini anlayarak. 

Hey hat ki ne yaşadıkları rüyaydı ne de bir daha özlemini duyduğu rutini yaşayabilecekti. Gerçekler kara diken topağı gibi boğazında duruyor yutkunamıyor zaman zaman nefes alamaz duruma geliyordu. 

 Oyuncuların bir yakınlarını kaybettiklerinde bile gösteri devam etmeli düsturunca davrandıklarını, her şeye rağmen sahneye çıkıp rolün gereklerini yerine getirdiklerini duymuştu. Fakat ne yaparsa yapsın bu olguyu yazılarına aktarmayı başaramamıştı. Bunu başardığı gün tam bir profesyonel olacağını, mesleğin doruklarındaki oksijeni ciğerlerine çekeceğini düşündü.

Kendine çay yapıp monitörün başına döndü. Titreme hastalığına yakalanmış cerrahlar gibi; bu titrek ellerle, bu nicedir ince sızılarla paslanmış yürekle ne yazabileceğini düşündü.  Yarım bıraktığı yazıya devam etmek içinden gelmiyordu. O anın duygulanımlarıyla meydana gelmiş sihri mahvedebilirdi. Yeni bir yazıya başlamak içinse kendinde güç bulamıyordu. Ardı ardına içtiği demli çaya rağmen göz kapakları kapanıyordu. O an aklına sosyal medyada gördüğü bir söz geldi.”Ya yazmalı ya uyumalı. Gerisi boş, gerisi teferruat…”

Uyku ağır bastı koltuğa uzanmak eline kitabını alıp kendini tatlı uykunun narin kollarına bırakmak. Derin sulara dalar gibi dalmak dalmak… Bazen hiç uyanmamayı dilediği oluyordu. İçinden jet hızıyla geçen bu düşünceyle beraber annesinin ve bilumum yaşıtı kadınların içselleştirdiği sesleri zihninde canlanırdı. “Hiih! Allah korusun!