Halil Ürün… Siz onu Konya Büyükşehir Belediye Başkanı ya da Konya milletvekili olarak hatırlayacaksınız. Hatta bazıları iyi hatip olduğunu ya da iyi şiir okuduğunu da bilecektir. Siyasetçi, Doç. Dr. Halil Ürün’ün çok bilinmeyen yanı ise duygusal yönü ve birkaç kitap olacak kadar şiir yazdığıdır. Madem Halil Hoca ile söyleşecektik, sadece yazdığı şiirleri değil; çocukluğundan, sokak kavgalarıyla geçen gençliğinden ve siyaset yıllarından merak ettiklerimizi de konuşmalıydık. Biz de öyle yaptık. Bir defa buluşmak yetmediği gibi saatlerce sohbet ederek her detayı hatırlamaya gayret ettik.

Doğum yeriniz ve eğitim hayatınızı dinleyerek sohbetimize başlayalım.

1947’de Yunak’ta dünyaya geldim. İlkokulu ve ortaokulu Yunak’ta tamamladım. İyi bir öğrenciydim. Hocalarım benim tahsilimi sürdürmemi tavsiye ettiler ama aile imkânlarım buna elvermiyordu. Hocalarımın yönlendirmesiyle Devlet Parasız Yatılı İmtihanlarına girdim ve Adana Erkek Lisesi’ni kazanarak yatılı okudum. Bu üç yıl da iyi bir tahsil yaptık. Mezuniyetimden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi imtihanına girdim ve iyi bir derece yaparak bu sınavı da kazandım. 1963-64’de İnşaat Fakültesi’ne kaydolup İTÜ’de de çok celvezeli; çatışmaların, öğrenci hareketlerinin içerisinde yoğruldum. Öğrenciyken kavgacı üsluba sahip bir insandım. Krediyle okuduğum halde risk almaktan geri durmadım. Statüko bizi kabzedemedi. Durağan bir halde yaşamadım, davamız adına kavgalara gürültülere girdik çıktık.

Gençlik Teşkilatlarıyla münasebetleriniz ne zaman başladı?

O yıllarda İsmail Kahraman Milli Türk Talebe Birliği Başkanıydı. Biz de o dönemden itibaren MTTB ile hep iletişim halindeydik. Sonra Akıncılar hareketinin içinde de yer aldık.

Siyasal kimliğiniz nasıl oluştu?

Gençlik dönemimizin şartları içerisinde, siyasal görüşün tam belirgin olmadığı o dönemlerde biz İslamcı kimliğimizle öne çıktık, buna göre bir siyasi duruş belirlemeye çalıştık. Mezuniyetimizi müteakiben, 1969 yılında rahmetli Necmettin Erbakan hocanın Konya’da bağımsız aday olduğu dönemde ben de faal olarak yanında, siyasal hareketinin içinde yer aldım. Adaylık veya herhangi bir görevimiz olmadan, fahri olarak koşturduk, hatiplik yaptık, davayı ileriye taşımak için bize ne rol biçildiyse onu yerine getirdik. Ben ve rahmetli Albay Mustafa birlikte doğum yerim olan Yunak ve Akşehir’i de kapsayacak şekilde o civarı adım adım dolaşıp hareketi anlattık. Sonra Milli Nizam Partisi kuruldu. Biz yine Erbakan Hocamdan kopmadık ve hizmete partide devam ettik. Baktılar parti giderek halkın teveccühünü kazanıyor, bir mahkeme kararıyla kapattılar. Arkasından Milli Selamet Partisi kuruldu; biz yine saf değiştirmedik, yılmadan MSP’de yer aldık. 12 Eylül darbesinde partimiz kapatıldı, yıllar geçti, Refah Partisi kuruldu biz yine davamızın hizmetinde olduk. Bu parti de uydurma bir gerekçeyle kapatılınca Fazilet Partisi kuruldu. Biz yine dağılmadık, bir yere gitmedik. Yani bu siyasal oluşumun her adımında, mücadelenin her safhasında geri durmadan ve hiçbir menfaat beklemeden, sağa sola sapmadan yolumuza devam ettik.

Adana’da, İTÜ’de yol arkadaşlarınız kimlerdi?

Aynı görüşü, aynı düşünceyi paylaştığımız arkadaşlarımız tabi ki vardı. Mesela Mehmet İncili ile akranız. Fikrimiz, düşüncemizde aynıydı. O Yıldız’da okuyordu ama ikimizde benzeri mücadeleleri okullarımızda verdik. O da heyecan dolu bir insandı. Ben kavgacı yanımla öne çıkarken o daha çok fikir planında aktifti.

Gençlik teşkilatları içinde fraksiyonlar arasında gelgitler yaşayanlar oldu mu?

MTTB tamamen İslamcı kimliğe İsmail Kahraman’ın başkanlığı döneminde kavuştu. Ondan önce Rasim Cinisli vardı, o dönemde daha çok milletçi söylemler geliştiriyordu. İsmail Kahraman’la beraber teşkilatta İslamcı çizgi hâkim olduktan sonra Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç gibi pek çok fikir ve aksiyon adamı seminerler, konferanslar verdi. Bunlar ciddi hamlelerdi ve sadece fikir alanında kalmayıp fiziki olarak da bir takım olayların içinde yer aldılar. Sokak hareketlerinde, üniversitelerin işgallerine karşı direnişte fiili olarak bulunduk. O dönemin sol fraksiyonları nasıl sokak hareketlerinin içinde yer almışsa biz de İslamcı hareket olarak onlara karşı sokak hareketlerinin içinde yer aldık. Önce MTTB daha sonra daha aktif olarak Akıncılar bu hareketin sürdürdü. Daha sonra bunların bakışları duruşları düşünceleri siyasal görüşe dönüştü, bu da Necmettin Erbakan’ın öncülüğünü yaptığı siyasi hareketin yapısı içerisinde oldu.

MTTB’nin solculuktan milliyetçi ve İslamcı kimliğe evrilen bir süreci var. Hatta CHP bir dönem de MTTB’yi kapatılmış. Bu dönemin dışında MTTB sanki devlet için vazgeçilmez bir gençlik teşkilatı gibi duruyor, ne dersiniz?

Devletin yapısı nedir ne değildir; bu ayrıca konuşulması gereken bir şeydir. Devlet laik yapıya sahiptir. MTTB’nin önceden devletle uyuşan, bağdaşan bir yapısı vardır ama İsmail Kahraman ile beraber tamamen İslamcı kimlikle uzlaşan gençlik yapısı olarak varlığını devam ettirdi. O kimliğin dışındaki hareketlere MTTB karşı çıktı.

Anarşi ortamlarının içinde kaldığınız, unutamadığınız olaylar var mı?

Biz inandığımız bir davanın mensubuyduk. Sol eylemciler de o dönemde Deniz Gezmiş ve onunla emsal olan isimlerle kendi davaları için sokakları karıştırıyordu. Deniz Gezmiş ile de taşlı sopalı kavgalarda karşı karşıya gelmişliğimiz oldu. Bizim davamız eskimeyen pörsümeyen İslam davasıydı. Ha... O yolda ne yaptık, ne geçti elimize? Ortaya İslamcı bir nesil çıktı. Hele hele bugün Türkiye’nin idaresini üstlenmiş olan ya da idarenin doğuşuna vesile olanlar o dönemde yetişmiş olanlar; Necip Fazıl okulunda okuyan, onun etkisinde kalanlardır… Necip Fazıl o dönemde tamamen İslamcı bir yazar, şair, edip ve mütefekkir olarak öne çıktı, yer aldı. Aksiyon adamıydı ve bizi de aksiyona davet etti. Zindandan Mehmet’e Mektup ve Sakarya şiirleri aksiyona davetin en güzel örnekleridir. Yarın elbet bizimdir, derken bizi ebed yolculuğuna sevk ediyordu.

Yine Kadir Mısıroğlu mesela… O dönem sahada olan gerçek cengâverlerinden biriydi. Tasavvuf yolları, meşrepleri mektepleri de o inancı kendi iç bünyelerinde beslediler. Ama buna karşı sol fraksiyonlar da kendi davaları neyse işte, farkında olsunlar veya olmasınlar, dış güdümlü olarak yürüyen davalarında onlar da samimiydi.

Sokak kavgalarını, anarşiyi tetikleyen unsurlara dair bir analiz yaptınız mı?

Ben 72 yıllık ömrümde şunu anladım. Türkiye belirli bir kültürel yapıya sahip ve İstiklal Harbi gibi, Çanakkale harbi gibi çok ciddi harplere muhatap olduğu halde, çevresi yıllar boyu ateş çemberi olduğu halde kendi kültürel yapısını terk etmedi, kültüründen kopmadı. Ama bu inanç değerlerinden, kültürel yapısından koparmak için Türkiye üzerinde hesap yapan, bu hesaplarında da işi ciddi noktalara taşıyan dış güçler oldu. Bunlar dava ile ilgisini koparmış, yozlaşmış, kültüründen, inancından kopuk olan insanları belli yerlere getirdiler ve onları basamak yaparak Türkiye’de bir kavga ortamı meydana getirdiler. Bana göre sol kesinlikle onların, yani dış güçlerin güdümündeydi. Ama hiçbir zaman İslami hareket dış güçlerin etkisinde, güdümünde olmadı. İslamcılara empoze ettikleri bir düşünce olmadı. Biz tamamen yerli ve milli yapımızı muhafaza ettik. Şu anda da o yapının içindeyim ve hiç pişmanda olmadım.

Kürtçülükle ilgili söylemler ve hareketler de o dönemlerde dış güçlerin bir planı olabilir mi?

Kesinlikle öyle… Allah’ın men ettiği ne kadar akım varsa, kendi inancımızın yasakladığı her ne varsa, ırkçılık, kavmiyetçilik, ateizm, Türkiye’yi bölme hareketleri; şu veya bu sebeple, bunların arkasında dış güçler vardır. Haa… Dış güçler bu işleri içerideki paydaşlarıyla organize ettiler, yürüttüler. İçeriden destek bulmadan başarılı olamazlardı.

Dış güçler sağ fraksiyondaki kim örgütlere de sirayet etmiş olabilir miydi?

Ben sağ tanımını kendime yakın kabul etmiyorum ve İslamcılık tabirini daha yakın buluyorum. Sağın içinde, kapitalizm de dâhil bizim inancımızın yasak ettiği bir sürü fraksiyonlar var. Dolayısıyla ben, İslamcı hareketin dışındaki sağ fraksiyonlarında dış güçlerin güdümünde olduğunu düşünüyorum. “Türkiye’yi bölelim de hangi yolla olursa olsun” diye bir düşünceden hareketle böyle bir yol izlediler.

Güneydoğu’da oynanan oyunlar, Kürtçülük hareketleri, ırkçılık hareketleri tamamen dış güç planıdır. Ben Kürt anne babadan doğmuş bir insan olarak söylüyorum bunu… Ha… Bu akımların içine saf olduğu için katılan ve eriyip giden temiz insanlarda olmuştur. Nitekim bu hareketler bugün bir terör örgütünde temayüz edince her şey ortaya çıkmıştır.

Siz bir Kürt olarak İslami hareketin içinde yer alırken Kürt hareketini ayakta tutmaya çalışanlardan baskı ve tehdit gördünüz mü?

Bizi yanlarına çekmek için uğraşanlar oldu. Ama onların yolu, hareketi yanlıştı. Biz Allah’a vereceğimiz hesabı biliyoruz. Onlara da bunu söyleyerek tekliflerini geri çevirdik. Çok şükür doğru olan yoldan sapmadık.

Mesela Konya ölçeğinde bir örnek vermek gerekirse… Benim öğrenciliğim yıllarında İstanbul’da Feriköy Konya Yurdu vardı. Orası solun eline geçmek üzereyken biz beş arkadaşımla bir araya gelip İslamcı bir yapıya kavuşmasını temin ettik. MTTB’den Milli Gençlik dergilerini aldık, Sezai Karakoç’un İslam’ın Dirilişi ve diğer kitaplarını götürdük. Anadolu’dan Konya Liselerinden oraya gelen talebeler için konferanslar, seminerler düzenleyerek yurdun İslamcı kimliğe bürünmesini sağladık. Nitekim o yurttan çok değerli arkadaşlarımız yetişti. Bizim derdimiz buydu. Biz bu derdimiz için mücadele derken dışarından hiç emir almıyorduk.

Dış güçlerin desteklediği cenaha karşı, İslami hareketin büyümesi ve taşlı sopalı mücadeleyi kazanması nasıl mümkün oldu?

Bu sorunun cevabı şudur; Türkiye’nin bünyesi sağlamdır. Geçmişten bize intikal eden o miras bu milletin benimsediği bir mirastır. Mesele sadece Üniversite gençliği ile kalmıyor. Dış güdümlü örgütlere karşı bir de kanaat önderleri, tasavvuf meşrepleri vardı. Türkiye’de mevcut ama görünmeyen, Türk toplumunu ayakta tutan güçler var. Bu güçler sivil hareketlerin temelini oluşturup koordine ettiler. Türkiye’nin kendini kaybetmemesini buna borçlu olduğunu görüyorum. Geri planda dernek, cemiyet, birlik, vakıf olarak teşekkül etmişti bunlar. Sadece Konya’da 300’ü aşkın vakıf var. Ve bunlar gençlerle, insanla uğraşıyor, fiili ve fiziki olarak yardım ediyor. Onları kendi potalarında, kendi inanç ekseninde yetiştirmeye çalışıyor. Bu kavgayı verenlerin gücü, o öğrenci hareketlerinde yetişen bir avuç soytarıyı elemine etti. Gücünü halktan almayan hiçbir hareket yaşayamaz. O sol aksiyoner hareketler gücünü halktan almıyordu. Bir gün bunlardan Kızılay’da bildiri dağıtan birinin yanına varıp “Sen bu bildiriyi dağıtıyorsun ve bir gün halkımız bize inanacak” diyorsun. Ama senin bu yaptığını elli yıl önce de senin dedelerin yapıyordu. Bak, halen inanan yok. Senin bu yaptığın doğru bir hayat tarzı değil. Sen sana inanmasını beklediğin halktan kopuksun. Halkla kopuk hiçbir hareketin geleceği yoktur” dedim.

Deniz Gezmiş’lerin yakalanmadan önce “Yaşasan halkların kardeşliği” sloganını geliştirmelerine ne diyorsunuz?

Bu sadece ağızdan olan bir şeydi. Topluma yansımayan, sahada karşılık bulmayan sözlerden ibaretti. Çünkü inandırıcı değillerdi. İnandırıcı olsa “Deniz Gezmiş bunu söyledi” diye insanların öbek öbek ona iştirak etmeleri lazımdı. Halbuki o kardeşliği arayan kişiler aynı zamanda o kişinin hal ve hareketine, yapısına, yaşandığına, inanç sistemine de bakıyordu. Kendisine dair bir şeyler görmeyince de onun peşinden gitmiyor ki. İşte onun için elli sene önce söyleyenle elli sene sonra söyleyenlerin sözleri aynı, fiilleri aynı ama halkta hiçbir karşılığı yok.

Deniz Gezmiş’in Filistin’de gerilla eğitimi almış olmasını nasıl değerlendirmek lazım?

Muhtemelen orada fikrini zikrini tam olarak doğru olarak ifade etmemiş olabilir. Hatta orada farklı bir davranış da ortaya koymuş olabilir. Belki o günlerdeki Filistin Direniş Hareketinin yapısı da başkaydı; tam olarak bilemeyiz.

Filistinlilerin yanında İsrail’e karşı mücadele etti gibi söylemler de var?

Bunu yaşadığım bir şeyi naklederek anlatayım. Onların arasında hareketin bağlı olduğu, dayandığı, dış güçleri bilmeyen, samimi olarak o yola dava diye inananlar da vardı. İşte o kişilerle bazen bizim yolumuz kesişiyordu. Mesela Filistin davasında bazı yerlerde onlarla yolumuz buluştu. Onların arasında halk duygusuna sahip olup, acımasız, Siyonist faaliyetleri eleştiren, karşı çıkan, Filistinlerin yanında yer alanlar vardı. Ama bunlar çok azınlıkta olan ve kendisinin nerede olduğunu, kimler tarafından temsil edildiğini bilmeyen saf insanlardı.

1967’li yıllarda, İsrail’in büyük işgal hareketlerinin başladığı tarihlerde etütteyiz, oturuyoruz. Orada sosyal demokrat olarak tanınan bir başka arkadaş da var. O sırada bir de İsrail’in işgal hareketlerini benimseyen bir gazete vardı, galiba Tan’dı. Gazete yazılarında “İsrail şunu şunu da yapmalı” gibi talimatvari yazılar yazıyordu. “Gidip şu gazeteyi protesto edelim” dedik. O solcu, ben İslamcı, ikimiz de “varız” dedik. Birlikte İsrail’e destek veren o gazeteyi protesto ederken yolumuz bir solcuyla böyle kesişti. O sosyal demokratta bize iştirak etti, Gümüşsuyu’ndan elimizde gazete ile çıktık, yakarak Galatasaray’a doğru gidiyoruz. Neticede polis bizi yolda alıp götürdü, nezarete attı. O günün solcu Talebe Birliği Başkanı geldi ve nezaretten yanımdaki solcuyu aldı, ben orada kaldım. Halbuki aynı davada beraber ter akıttık, ben de aynı amaçtan nezaretteyim. Ama o solcu Başkanın zihniyetine göre “Ben İslamcı olduğum için orada kalmalıydım” İşte iki sol zihniyetli insanın arasındaki fark budur. Bunların çoğunluğu halktan kopuktur. Aşağıda halk var gibidir de yukarıya doğru çıktıkça onların başka yerlere bağlı olduğu görülür.

DEVAM EDECEK

Editör: TE Bilişim