Yeryüzüne üç cemre düştü ve semada belirdi muhteşem ışıltısı ile güneş… Ruz-u bahar nüfus etmeye başladı hayatlara. Serin bir mutluluk doluyor yaşam hücrelerimize… Mahmur gözlerle; yeniden doğuşa, gönül pencerelerimizi aralıyoruz.

Beti benzi atmış hasta bir çocuğun rengârenk, çilekli, portakallı şurupları zevkle içip iyileştiği gibi yağmur sularını içine çekiyor toprak… Cıvıl cıvıl renkli çiçeklerini filizlendirip doğayı uyandırmak için hazırlanıyor.

Böyle günlerin evvelinde, kapıyı aralamış gelmeyi bekleyen nevbaharın tüm güzelliğini, naifliğini gözlerken, düşünce seyrine dalmıştı katre-i baran…  Gök dünyasının efendisi, yaşam kaynağı, suyun bireyselleşmiş hali…

Su yaratılıştan itibaren her şeyin ham maddesi… Her mevsimde insanlar gibi üşüyüp, ısınan, kıyafet değiştiren doğanın en yakın dostu. İlkbahar da canlandıran, yaz mevsimin de çoğaltan, sonbahar da solduran, kış mevsimin de üşüten…

Sadece bir maddenin hem canlandırıp, hem de öldürmesinde ki hikmet nedir acaba?

Katre-i baran; en eski ve saygın arkadaşı ile kucaklaşmak, hasret gidermek için hazırlanmış, bekliyordu. Bahara adım atılmış, nisan yağmurları özlem kokuyordu.  Yaşamın iki temel taşı; toprak ve su… Yeryüzüne damla damla misafir olacağı zaman çok yaklaşmıştı.

Uzakların getirdiği, nerede olursa olsun gözler önüne bir perde inip canlanan anıların sergilendiği sinema yine onu eski günlerin sokak aralarındaki cıvıltılı zamanlara götürmüştü. Çocukların sokakta o ılık damlaların altında koşup ıslandığı,  mutluluk kahkahalarının kümeleşmiş arkadaşlarına kadar duyulduğu ve buna ortak olmak için birbiri ardına kendini gök kubbeden, yer yüzeyine düşünmeden bırakan katrelerin heyecanını seyrediyordu.

Gökyüzüne mutlulukla baştanbaşa renklerle bezenmiş bir kuşak bağlanıyordu.  Şimdilerde gökkuşağı bile çok nadir çıkar oldu. Çıksa da gökdelenlerden dolayı görünmüyor. Tüm güzellikler efsanelere meze olmuş, hayat sahnesinden bir bir silinip, hafıza kitaplığına kaldırılıyor. Üstleri tozlanıyor. Güzellikleri yitiriyoruz.

Yine bir iç çekiş ile istemsizce yeryüzüne ulaşamayıp göğe kadar uzanan binaların çatılarına düşüp orada kaldıkları aklına geldi. Sokaklarda da çocuklar yoktu zaten… Kimi zaman camlara çarpıp yavaşça pervaza doğru süzülürken içeride olanları görüyordu. Minik insanlar ekranların sihirli, renkli dünyasına dalmış katrelerin onlara misafir olduklarını dahi fark etmiyordu. Oysa gerçek dünya dışardaydı.

Eskilerin eskitemediği o kadar güzel günler var ki… Sesle çıkan kelimeler de, harflere dökülen cümlelerde dönüp dolaşıp o sokakların arasına gizlenen maziyi yâd etmenin daha rahatlatıcı olduğuna inanıyor gibi “ah eskiler” diye zikrediyorlardı.

Dünya bir kere daha güneş etrafında döndü ve yeniden başlama zamanı geldi. Takvim yaprakları Ruz-u baharı göstermeye başlıyor. Isı kaynağı birbirini takip eden bahar günlerini ısıtıyor.  

İlkbaharın yağmurları dünyanın gözyaşı… Sıkıntılı ve üşüten bir kış mevsiminin sonunda damla damla toprağa yaşam veren, umudu filizlendiren, iç rahatlatan bir ağıtın ardında sakinleşme, ısınma ve içindeki tohumların hayata “merhaba” demeleri için demlenme zamanı…

Ruz-u baharın dünyaya da umut çiçekleri sunması dileğiyle…