İnsanın Cenneti ve Cehennemi içindedir. İster Cennette, isterse Cehennemde yanmak için tesrii mesai yapar. İster Cennetinde salınır, isterse Cehenneminde kavrulursun. Keyiflenme, hayıflanmak sana kalmış… Keyif alacağın veya alamayacağın konuların da karar; etinle ruhun arasındadır. Ya tüm aşını bir günde yer bitirir diğer günleri kasıntı sefanı sürersin, ya da aşını idareli kullanır hem kendini hem çevreni yarında ve bugünde olası yoksulluk ve yoksunluktan korursun…

            Tercih şeytanın veya Rahman’ın sesine kulak verme tercihidir. Tercih görünenle görünmeyen arasında ki ince çizginin kavrayabilme anlayabilme yeteneğine bağlıdır. Tercih bir seraba kapılma veya gerçeğin uhdesinde kalma tercihidir. Ya gerçeğe gözlerinizi kapatır sağa sola çarparak yürürsünüz hayalin metresin de ya da sahte gülüşlere, kahramanlıklara yüz çevirir saltanatını kurarsın zamanın endişesinde…

            Yollar uzun, yollar kısa, aynı kaynağa sığar mı kahır, tasa… Ağlamak her zaman üzüntüden değildir. Esas ağlamak ağlanacak hale gelmeden ağlayıp paçayı kurtarmaktır zamanın kıskacından. Geçmişe ve imkânsıza ağlamak, güneşin yerinde ay’ı görme sevdasından başka bir şey değildir. Hüzün yaşlarımızı karıştırmamalıyız sevinç gözyaşlarımızla. Sevinç yaşlarımız bir olunca hüzün yaşlarımızla, hayatın dengesi bozulacak kelimeler anlamsız kalacaktır…

            Niyetsiz ibadet nasıl havanda su dövmekse, anlamsız yaşta faydadan öte gözde meydana gelen bir arızanın habercisi olacaktır. Durumu tersinden değerlendirmek gerekirse: gözdeki arıza yaşı bile niyetsiz ibadetten daha manidar daha faydalıdır. Zira o bir hastalığın habercisi ve tedavi edilmek için çare arama vaktinin geldiğinin tebliğcisidir. Başıboşluk, hiçbir mahlûkatın sahip olduğu hak değilken, gayesiz yaşamanın da her hangi bir yaratığın nüvesinde oluşturulduğundan bahsedilemez…

            Yaratılan her şeyin bir gayesi, bir hedefi, erişmesi gereken bir menzili vardır. Gözler ne zaman soğuk, ne zaman sıcak yaş akıtacağının bilincinde iken, vücudun kaptan köşkü hedef belirlemeden demirleyemez okyanusun ortasında. Ya temelde var olan yüzme meleklerimize sığınıp kulaç çekmeye başlamalı ya da yardım çığlıkları atmalıyız içinde bulunduğumuz şeraitte…

            İnsan yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren rotaları belirlenmiş, menzile odaklanmış bir cephane taşıtı, bir hayat anıtıdır. Gayesiz yaratılmış, anlamsız donatılmış değildir. Hele hele sahipsiz bırakılmış bir varlık hiç değil. Bu gerçeği Yunus Emre “ Bir ben vardır hem de benden içeru”  dizesiyle özetlemiştir. Yunus bunu söylerken insana ‘kendini başıboş sanma’ içindeki ‘ben’i dinle ve ona göre rotanı bul demek istenmiştir. Sen yalnız değilsin, başıboş değilsin, yiyip-içip eğlenmek için yaratılmadın demiştir.

            İçimizdeki beni görebilenler ilk günden itibaren onun izine düşmüş kör-topal yapabildiği kadarıyla o uğurda hayatının seyri sülukunu devam ettirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda karıncanın hac yoluna düşmesi de anlamlı ve manidardır.

            Hernekadar olayın mihverinde kendi hemcinsimizi gördüğümüz bilgisiyle örneklemelerimizi bu doğrultuda yapsak da aslına bakılırsa tüm yaratılmışların bir hayat rotasının olduğundan bahsetmek en doğru olanıdır. Öyle ya neden karınca yaz sezonunda fazla mesai yaparken avare öten cırcır böceklerine çalışma dersi vermektedir? Madem rotamız belli o zaman gözlerimizi kapayıp devam edelim diyemeyiz elbette. Rotamız belli ama yol alabilmemiz için yakıta ihtiyaç vardır. İyiliğe, ibadete, hak yemezliğe...

            İçimize, özümüze yüklenen benliğin ötesini duymuyor, duyamıyorsa kulaklarımız, dışımızda ki çığlıkları duymalıdır. Dışımızda ki çığlıklar bize yakıtımızı nerden alacağımızı açık açık anlatmaktadır. Hz. İbrahim içindeki ‘ben’inin sesini duyamayınca gözlerini açarak gördüğü Ay’a, Güneş’e, yıldızlara bir müddet Allah dedikten sonra bulmadı mı asıl Rabbini? Öyle ise bize, “işte Rabbin bu” denmesine rağmen neden hala arayışlarımızı sürdürüyoruz? …

            Hz. İbrahim Rabbini bulduğunda içinde bulunduğu azmış topluluğa gerçeği haykırınca öteden beri çıkarları devam edenler ona dur demek istediler. Hak sesin karşılığına ateşi diktiler. Hz. İbrahim’i ateşe atmakla susturacağını sanan zamanın hükümdarı Nemrut hedefine ulaşamamıştır. Ateş suyla buluşmuş yangın yeri gül bahçesine dönüşmüştür. Aslında hayat ateş ve sudan ibarettir. Bunu dünkü nemrutlar, ilkel teknolojileriyle anlayamadıkları gibi sözüm ona teknoloji çağında olmalarına rağmen bugünkü Nemrutlar ve anlamak istemeyenler de anlayamadılar. Zira Yaratıcı onlar için yüce kitabında “ onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler” doğru yolu göremezler demiştir.

            Aslına bakılırsa doğru yolu görmek ya da görmemek çokta insanın elinde olan bir şey değildir. Hernekadar âciz insan bunu kendi yeteneğindenmiş gibi görme dalaletine dalsa da… Ateş ve su, et ve ruh gibidir, ateş ve su, dünya ve ahret gibidir. Ateş ve su, ölüm ve hayat gibidir. Sadece dünyası değişen insanlardan bir dünyalık oldukları inancında olanlara...

            İnsan önce sulanmalı sonrada ateşin kendine yetecek kadarıyla yeşermeyi hayata tutunmayı bilmelidir. İnanlar için dünya ahretin akıl denilen yaratığın kemiyet ve kıymetini kavrayamayacağı kadar küçültülmüş bir makettir. Ama ne yazık ki bir defa ateşle imtihan olmayan sıbyanlar nasıl ki korkusuzca ateşi avuçlarsa bu gerçeği anlayamamış cüce akıllarda makette ateşi seçtiklerinin farkında değillerdir. Aslı olan önce suyu sonra sudan aldığı enerji ile yeniliklere ve yaşam dönüşmesine vesile olan ateşin yetecek kadarına sahip olmaktır.

            İnsanın ateşle imtihanı, dünden bu yana süregelen ve iki dünyada da son düellosunu oynamasıyla sonuçlanacak bir gerçektir.

            Ateş hep cüzi faydasının yanında kullanmasını ve doğasını bilmeyenler için yok edici ve kahredici de olmuştur. Böyle yok edilişler, insanlık tarihiyle at başı devam ede gelmiştir. Ne zamanki bir topluluğu ateş sarmış, oraya yaratıcı tarafından tulumbacılar, elçiler gönderilmiş ki, karanlık gecenin seherinde ibriklerden akan billur sularla o topluluğu kurtarmaya çalışmışlardır. Bir kısmı bu gerçeği görerek saf tutmuş, çoğunluğu ise sapkınlığı ve ateşte yanmayı yeğlemiştir.

            Görünüşte ortada gibi duran insan, doğuştan ateşe ve suya, iki cihanda da hayata meyilli olsa da, çoğu zaman etinin kalafatı yüzünden ruhunun inceliğini göremediğinden ateşte yanacakların yanında yer almıştır. Onun körlüğü doğuştan değildir ancak akıl melekesinin saflığını sanal duygular köreltmiş, kötürüm olmasına sebebiyet vermiştir. Nasıl ki su ve ateş her ikisi de temelde insana hizmet için yaratıldığı halde oranı, dengesi gözetilmediğinde her ikisi de büyük yıkımlara sebebiyet veriyorsa, et ve ruh denkleminde kantarın topuzunun kaçması da insanların akıbetini belirleyecektir.

            Yaratıcı, anlatmaya çalıştığımız gerçeğin canlı örneklerini yeryüzüne gönderdiği ilk insanla birlikte zaman zaman toplumlarda göstermiş, bunu da bize son gönderdiği elçi ve kitabıyla haber vermiştir. İnsanın “yakıtı taşlar ve insanlar” olan ateşten korunmasını, sakınmasını isterken, ikinci cihanda yeni imtihan salonları açılmayacak, gören gözünü kör sanarak gerçekleri görmekten yüz çevirenlere, ikinci bir fırsat verilmeyecektir. Çünkü içinde bulunduğumuz cihanda bu sahneler defalarca tekerrür etmiştir. Yaratıcıdan başka her şeyin bir başı ve bir sonu olduğuna göre ikinci cihanda mevsim hasat mevsimi olacaktır. – inanlar için- o öyle bir hasat ki tekrarı, geriye dönüşümü yoktur. O öyle bir servettir ki ambara doldurduğun, ye ye bitmeyecektir. Yine o öyle bir servettir ki, farkına varmadan dünya da ikinci hayatın için biriktirdiğin yan yan sönmeyecektir.

            İşte bu kör gözlerin özünde ki perdeyi aralamaya gelen elçilerden biriside “ ad “ kavmine gönderilen Hud. (as) dır. Hud (as) bir tufan neslinden geliyordu. Yaratıcı bu sefer azmışları tufanla, suyla imtihan etmek istemiş, Hz. Nuh’a inanmayanları yok etmişti.

            Hud (as) Hz. Nuh’un soyundan gelmekteydi. Rivayetlere göre, Yemen’de Hadramut civarında Ahkaf denilen yerde yerleşmiş Ad kavmine kurtarıcı olarak gönderilmişti. Her zamanki gibi yaratıcının elçisiyle birlikte tufandan kurtulanların bir kısmı bir süre Hakka teslim olmasına rağmen çoğunluğu yine gerçeğe gözlerini kapama yolunu tercih etmişlerdi.

            Arapçada dönmek manası da taşıyan ‘Ad’ kavminin neden bu isimle adlandırıldığı, döndükten sonra mı yoksa döneklik yapılarında olduğu için mi böyle bir isimle çağrıldıkları bilinmez… Bilinen bir gerçek varsa oda; “eskiye rağbet olsa bitpazarına yağmur yağardı” atasözünün her zaman söylendiği gibi olmamasıdır. Kelime, tam manasını, içinde yaşadığı cümleden alır. Tıpkı atmak kelimesinin içinde bulunduğu cümleye göre taşıdığı mana gibi.

            Hz. Hud, azmış insanlara doğru yolu göstermesine rağmen her zaman olduğu gibi yinede inanmayacaklardı. Çünkü onlar yaşadıkları dünyayı ebedileştirme sevdasına kapılmışlar, hayatın kaynağının su, suyunda kaynağının hayat olduğunu kavrayamadılar ya da rahatlarının bozulmasından endişe ediyorlardı. Hayatın kaynağının yine hayat olduğunu anlamak her insana nasip olur cinsten değildi. Zira ona hayat veren yüce kudret ezelden ebede hay’dı (diri) hay kalacaktı. Ad kavminin de akıbeti; başka bir imtihan sahnesiyle; ‘tan vaktinde ufukta beliren bir karabulutla’ dünkü azmışlar gibi son bulacaktı. Oysa onlar dünyaya dört elle sarılmalarına ara vermeden yaşamlarına devam edecekleri sevinciyle; karabulutu Yağmur’un habercisi bolluğun müjdecisi olarak görüyorlardı.

            İnsan ve onun dünyaya sarılması ilk peygamberden itibaren bunca badireye bunca helaklara rağmen tekerrürden ibaretti. Hz. Hud’da diğer elçiler gibi kavmini başlarına gelecek felaketlere karşı uyarmıştı. Onlar bu uyarılara tıpkı diğer azmışlar gibi kulak tıkamışlar, servetleri ve maddi imkânlarına güvenerek fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altında inletmişlerdi. Onları köle gibi çalıştırıyorlar zevk için çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı.

            Hud (as)’ın kavmi de diğerleri gibi inkârcılıklarını örtbas etmek, hakir görmek için ondan alışıla gelmişin dışında olağanüstü bir şeyler yaparak elçiliğini ve onlara yüce bir kudret tarafından kurtarıcı olarak gönderildiğini ispata çağırdılar. Hz. Hud Göndericisinin izniyle rüzgârı istediği yöne çevirdi. Mal gözlülerin belki mallarındaki artışı dikkate alarak ıslah olabilir diye koyunlarının yünlerini ipeğe çevirdi ama nafile. Bunu üzerine azmışlar “sen bizi taptıklarımızdan çevirmek için mi? Gönderildin, doğru söylüyorsan haydi bize tehdit ettiğin azabı getir de görelim” dediler ve gördüler… Çünkü onların suyu çekilmiş ateşleri harlanmıştı. Üç yıl süren Kuraklık, kıtlıktan sonra şafakta gözüken bulut onlara hayat değil ölüm saçacaktı. Elçi bir avuç inananı sancağı altında toplarken vadiyi saran acı ve çan yakıcı rüzgârın sesi inanmayanları yerle bir etmişti…

Körlük doğuştan olsaydı, zahiri gözlerinin önünü kapatan yaratıcı, ona yolunu bulması için yeni bir yöntem öğretecekti elbette. Bu körlük yaratılıştan kalma değil sonradan edinilmeydi. Hem de yaratılışa rağmen, bilinmeyen ya da bulunmayan soruların cevabı da bundan başka bir şey değildi, dün olduğu gibi… Yaşadığı dünyayı arenası olarak gören ateş, insana, suladığı bulaklarının kuruyacağının farkına varma ihtimaline bile ihtimal vermiyorken, akıntının bir nebze azalmasına niye feryat’ı figan ettiğini anlayamamıştı...

            Sonunda suların tersine akmayacağını kavrayamayan sözüm ona deşdivanlar,  kaynağının nerde olduğunun farkına vardıkları için mi harekete geçtiler dersiniz?!.. Ülkemizin içinde bulunduğu bugün ki siyasi kopuşun anlatmaya çalıştığımız gerçeklerden öte bir şeyler olduğunun düşünmüyorum. Ateşe meyletmeleri neticesinde ortaya çıkan yangınlarını suyla söndürme sevdalarına kapılanların son imdatlarının fayda vermeyeceğini anlayınca basan hafakanlarını dağıtma serabına kapılıp, ayyuka çıkarma çığlıklar arasından dumana gark olma korkularının hasadıdır bağı İREM…