Gümüş akisleri kıyıda raks eden, mavinin iftiharı; içinde yedi renkli mahilerin sabahtan akşama dek arzı endam ettiği, suyu berrak, içimi latif derenin kıyısına dünyalar güzeli bir ahu yanaştı. Öğle sıcağında kardeşleriyle yarışa tutuşmuş ve susuzluğundan dili damağı kurumuştu. Tam hokka misali küçük ağzını suya değdirecekti ki hayatında hiç görmediği bir canlının karaltısı çarptı gözüne. Onu görmeden evvel kendini dünyada ne kadar yaratılmış var ise hepsinden güzel bulurdu. Gözleri kamaşıyor, zihni bulanıyor; gerçekle düş, rüya ile hakikat birbirine karışıyordu. Derenin gümüş sularında zümrütten daha parlak ve siyah, topuğuna kadar uzun saçlarını açmış yıkayan, yıkadıkça akisleri derenin parıltısı ile yarışan; beli kıldan ince, boynu kuğu gibi narin, uzun, biçimli, sürmeli gözleri iri, kirpikleri kaşlarına değecek kadar uzun, gür ve kıvrık, sinesi billur gibi saydam bir afeti devran duruyordu. Bu, insanoğlu denen varlıkla ilk karşılaşması değildi elbette fakat böylesine hiç tesadüf etmemişti. Belki de bu bir insan değil bir peri kızıydı.
Arkasından gelen bir çıtırtıyla önce kulaklarını sonra başını çeviren ahu çalılıkların arasından kedine doğru gerilmiş sivri uçlu oku fark etti. Derin bir uykudan yeni uyananlara mahsus şaşkınlığı üzerinden çabucak atarak dağlara doğru koşmaya başladı. Avcının görüş mesafesinden hızla çıktı ve ağaçların arasında gözden kayboldu. Yurdabay tuttuğu nefesi bırakırken gerilmiş yayını esefle gevşetti. Tam dönüp gidecekken ahunun çarpıldığı eşsiz güzelliği fark etti. Tanrım bu nasıl bir güzeldi? Gümüş derenin parlak sularında yıkanan bu ay parçası, bu peri kızı, bu mermerden yontulmuş put oraya nereden gelmişti. Yeri, yurdu, obası neresiydi? Asla bu bir insan olamazdı; bu mutlaka ninesinin anlattığı peri padişahının kızı Gülenay'dı. Yurdabay avcıyken avlanmıştı. Hem de tam yüreğinin orta yerinden. Ona görünmeden biraz daha yaklaşmak istedi. Sessizce çalılıkların arkasından çıkıp derenin kıyısına yaklaştı. Berrak tenini; ince, uzun, narin parmaklarını saçları arasında dolandırışını, ahenkli tavırlarını gözleri kamaşarak izledi. Yanına gitmek, göz göze gelmek, miski amberden daha güzel kokusunu duymak isteğiyle dolup taştı. Tam o anda peri kızı Gülenay gümüş derenin suları içine dalarak gözden yitti. Yurdabay olduğu yerde kalakaldı. Acıyla yanan yüreğinden diline dökülen aşkının sözlerini kopuzuyla çalıp söylemeye başladı.
Bugün ben yârimi gördüm ,
Yüce dağlar yoldur bana.
Kokusun içime çektim,
Cümle nebat güldür bana.
Ol yârimin boyu servi,
Kaşı, gözü, ince beli,
Türlü çeşitli sözleri,
Akidedir baldır bana.
Toprağımda taşımda o,
Hayalimde düşümde o,
Düşüncemde usumda o,
Gece gündüz birdir bana.
Diyarlarca adını dilinden düşürmeden gezdi, dolaştı. Rastladığı her kula peri kızını sordu. Fakat ne bir duyan ne bir gören bulabildi. Gittiği ellerde kopuzuyla yüreğinden kopup gelen nağmeleri söyledi. Dönüp dolaşıp gümüş derenin kıyısına geldi. Orayı kendine mesken edindi.
Aşk belki de sadece bir hayale bağlanmak ve ömrünü bu uğurda feda eylemekti. Aşk belki de kavuşamamak, yalnızca firkat ateşiyle yanmak ve yandıkça benlik kafesinden sıyrılıp sonsuzluğa talip olmaktı. Aşk belki de gümüş derenin sularında içindeki ummanları cuşa getirmek ve kâinatta her ne varsa aşktan vücuda geldiği gerçeğini tüm âleme haykırmaktı. Aşk belki de günlük, aylık, mevsimlik ya da yıllık değil ömürlük hatta sonsuza dek sürecek bir büyük olguydu. Aşk belki de yakan yandıkça beden elbisesini yırtıp Mecnun gibi çöllerde Leyla'yı ararken Mevla'yı bulduran bir gaye, bir vesile bir riyazet biçimiydi. Aşk önce su misali girdiği kabın şeklini alan; sonra evrim geçirerek kızgın bir volkan misali püskürüp taşan, kendisiyle beraber girdiği kabı ve önüne gelen ne varsa yakan, kavuran çılgın ateşten bir dereydi.
İyi hafta sonları!