İster yüce bir varlık tarafından yaratıldığımıza iman edelim, ister büyük bir patlamadan meydana geldiğimize inanalım; taşıdığımız vücudun bir canlı olduğunu ve bir gün etkisiz hâle geleceğini anlayamayacak, anlasak da unutacak kadar vurdumduymaz, zorba ve küstah varlıklarız. Nereden geldiği kestirelemeyen bir cesaretle bedenlerimize karşı efendiliğimizi ilan etmiş bulunmaktayız. İçine ne atarsak öğütüyor sandığımız bedenlerimizin, bir ömür boyu kör heveslerin kaygan boğazları için karın tokluğuna çalıştığını düşünmek ve fark etmek zor olmasa gerek. Ama anlamak çok zor. Çünkü anlamak, uygulamayı vacip kılıyor. Hâl böyle olunca kendimizi birtakım gerçeklerden, ivedi olarak alınması gereken kararlardan ürkek adımlarla kaçarken buluyoruz.

Dünyanın yok olması için bir gök taşı beklemeye gerek yok aslında. Ya da ne diyelim, uzay istilası falan hikâye. Fütursuz ve bir o kadar lüzumsuz işlerimiz her an gündeme bir gök taşı gibi düşmekte zaten. Akşam haberleri izlerken "tüh" , "vah" edip bir uzaylı gibi bakakalmamız da çok samimiyetsiz ayrıca. Şu meseleler karşısında "Eden bulur." gerçeği kadar apaydınlık, içime güneş gibi doğan, cuk diye oturan bir gerçek yok bende. Şu iki kelimenin temsil ettiği adaletin heybetine bir bakın. Söz gibi söz, haykırış gibi haykırış: "Eden bulur."

Kimse inkâr edemez diye düşünerek belirtiyorum; bedenlerimize de kendimiz ediyoruz, kendimiz buluyoruz. Terli terli soğuk su mu içtik, saçlarımızı kurulamadan dışarıya mı çıktık, sigara mı içtik, alkol mu tükettik; er ya da geç bedelini ödüyoruz. Çünkü budur doğal olan.

Kim ne derse desin, kim neye inanırsa inansın ve eğer bir çözüm aramaya çıktıysak; benim haykıra haykıra, bağıra çağıra anlatmak ve paylaşmak istediğim bir yol var: Müslümanca beslenmek. Bir Müslüman olduğum için değil, işe yarayan sistemin bu sistem olduğuna bizzat şahit olduğum içindir bu öneri. Aklım ve gönlüm, beni yaradanın beni en iyi bilen olduğuna, hâliyle nasıl beslenmem gerektiği konusunda onun emrettiğini uygulamanın en doğru şey olduğuna çoktan iman etti zaten. Fakat Müslümanlar olarak ne kadar uyguluyoruz inandığımızı veya inanmayanlar neleri kaçırdığının farkında mı? İşte tam da burada kapkara delik. "Helal" in verdiği güvenin ve sağladığı sıhhatin tadını bilmezsek düşüyoruz bu deliğe. Sadece "helal" de değil mesele. "Düzenli ve temiz beslenme" gerekiyor. Peki şu kadar Müslümanız, uyguluyor muyuz bunları? Obezite etrafta kol gezerken kimse pozitif olmamızı beklemesin. Helal haram demeden musallat olduğumuz işlerimiz, bir şeyler kemirmeden rahat etmeyen dişlerimiz ile sıhhat bulacağımızı mı sandık? Çok yazık bize. Merdiven altı yaşamlarımızın zirve yapmış sıhhatleri hak ettiğini hiç düşünmüyorum. Sokağa inip önümüze gelene soralım, Peygamber'in (s.a.v.) midemizin üçte birini yemek, üçte birini su ve diğer üçte birini nefesle doldurmamız gerektiğini bildiren hadisinden kaç kişinin haberi vardır? Kaç Müslüman nasiplenmiştir bu altın öğütten? Bırakalım Müslümanlar olarak nasiplenmeyi, tüm insanlığın yararına sunmak lazımdı bu kıymeti. Hatta yaşayarak öğretmek lazım gelirdi. Müslümanlar olarak dinamik bir toplum olarak anılmak, sağlıklı yaşam biçimimiz ile bilinmek gerekirdi. Bize emredilen ve nasihat edilen bu mükemmel beslenme sisteminin hakkını vermek gerekirdi.

Şimdi Çin var gündemde. "Koronavirüs" isminde bir virüs nedeniyle birçok yer karantina altına alınmış, birçok yerde hayat durma noktasına gelmiş ve yüzlerce insan bu virüse yakalanmış durumda. Konuyla ilgilenen uzmanlar virüsün fare, yılan, yarasa gibi hayvanların tüketiminden kaynaklanmış olabileceğini belirtiyor. Bize de tam da bu noktada bir ders çıkarmak düşüyor. Dinimize tamamıyla ters düşen bu beslenme biçiminin, dinimizin etini mundar olarak gördüğü hayvanların tüketiminin insanları nasıl bir âkıbete sürüklediğine hepimiz şahit oluyoruz. Nefsine bu denli sırtını dayayıp etrafındaki tüm canlıları kendine köle eden bir duruma gelmiş bir insan topluluğunun şu içler acısı hâli bir şeyler öğretmeli artık bize.

Bulduklarımız karşısında vicdan azabı çekmemek için ettiklerimize dikkat etmek,

vücudumuzun emrimize verilen bir köle olmadığını, tam tersine bize emanet edilen bir nimet olduğunu unutmamak, her açıdan savrulmaya başlayan şu çağın bizzat insanoğlunun ürünü olduğunu ve sağlam kafaların ancak sağlam vücutta bulunabileceğini artık fark etmek duasıyla...