A Sokağı çocukları, bir arada oyun oynamaktan çok hoşlanıyorlardı. Hele de askercilik oyunu çoğunun oynamaktan zevk aldığı favori oyunlardandı. Askeri üniforma ile gördükleri ağabeylerine öykünerek ip gibi sıraya geçer, içlerinden birini komutan seçerek onun direktifleri doğrultusunda nizamlı hareketlerle yürür, koşar ve böylelikle saatin nasıl geçtiğini anlayamazlardı. Komutan seçilen çocuk işine kendini bazen öyle kaptırır 'rahat, hazır ol, sağa dön, sola dön' komutlarını yüksek sesle hatta boğazı yırtılırcasına söylerdi ki oyunun sonunda öksürüklere boğulur, sesi kısılırdı. 

A Sokağında işler genellikle yolunda gider, oyun oynayan çocuklar birbirleriyle hiç kavga etmezdi. Çünkü çoğu kendi halinde zararsız çocuklardı. Oyun oynarken zararlı davranışlardan daima kaçınır, düşen, yaralanan, ağlayan arkadaşlarına hep yardım ederlerdi. Her hikâyede olduğu gibi hikâyemizde de kötü karakterler yok değildi maalesef. Bu A Sokağıyla bir kavşakta kesişen bir de B Sokağı vardı. B Sokağında yaşayan çocuklar da askercilik oyunundan çok hoşlanırlardı. A Sokağının çocukları ne zaman askercilik oynamaya başlasa oyuna bir şekilde onlar da dâhil olur, önceleri beraberce neşe içinde oynarken birden ortalığın altını üstüne getirmeye koyulurlardı. Artık oyunun adı değişir ve savaş oyunu olurdu. Onlar A Sokağındaki çocukların nizam içinde yürümesini değil, ölü taklidi yaparak kanlar içinde yere yuvarlanmasını isterlerdi. Onların anladığı dil buydu. Bir arada kardeşçe oynamak yerine gruplara ayrılıp birbirlerine ateş etmek, yaralamak, öldürmekti onlara zevk veren. 

A Sokağındaki çocuklardan bazıları onları oyuna almamalarının daha iyi olacağını savunuyordu. Fakat kendileri neşe içinde oynarken onların kenarda durup sadece seyretmelerine gönülleri razı olmuyordu.  Lakin Sonuç hiç değişmiyordu. Gürültü, patırtı, savaş, kan, gözyaşı; ortalık toz duman.  Ne yazık ki merhametten doğan marazın bariz görüntüsüyle karşı karşıya kalmaktan kurtulamıyorlardı.

Okulda öğretmenlerini sık sık Koca Akif' in şu dizelerini terennüm eder buluyorlardı:
Bülbül

Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım: 
Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım. 

Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı; 
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı. 

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl... 
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl. 

Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım; 
Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım

!

Hayır, matem senin hakkın değil, matem benim hakkım; 
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım. 

Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda 

Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda. 

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefasız, kansız evlâdı, 
Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdadı! 

Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, 
Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu. 

Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın; 
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevlâ'nın! 

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mazi serâb olsun; 
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! 

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın; 
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın! 

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, 
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş! 

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın; 
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın! 

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem... 
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Haydi çocuklar oyuna!...