İnsan bilinmek ister. Küçücük bir çocuktan, yaşı yetmiş işi bitmiş bir pir-i faniye kadar herkes tanınmak, kendini görünür kılmak ister. Bu, sanıyorum “var olmanın evrensel gerekliliği.” Evrensel derken fizik ve fizik ötesi bütün mevcudatı kast ediyorum. Biliyorum, fizik ötesini de kapsama alanına almak oldukça iddialı; ama dayanağım var. Geleneğimizdeki “kenz-i mahfi” kutsî hadisini hatırlayın lütfen: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim....”

Şimdi, bırakın bu sözün hadis olup olmadığını tartışmayı, kutsî hadis diye bir hadis türü olup olmadığını bile tartışacaklar çıkacaktır. Kuşkusuz herkes gibi benim de bu konularda kişisel kanaatlerim var ama onları paylaşmanın yeri değil burası. İşin uzmanları bu tür konular hakkında belki onlarca cilt tutarında kitaplar yazmışlar, ilgilenen alır okur ve aklının yattığı, gönlünün razı olduğu görüşü kabul eder. Benim amacım insandaki bilinme, görünür olma isteğine ve bu istek engellendiğinde ortaya çıkabilecek anormalliklere dikkat çekmek.

***

Yazılarımda, İslam Dünyası'nın ve tabii ki o Dünya'da yaşayan Müslümanların Batı tarafından nasıl da yok sayıldığına dair örnekler veriyorum zaman zaman. Şimdi bir örnek daha vereceğim.

Elimde “Sürüden Devlete” adlı bir kitap var. Eugene Enriquez'in yazdığı bu kitabın alt başlığı “Toplumsal Bağ Üzerine Psikanalitik Deneme.” Fransa'daki bir üniversitede profesör olan Enriquez kitabında çok önemli konuları irdeliyor. İnsan teklerinin bir topluluk oluşturmasının, bu toplulukların süreç içinde bugün bildiğimiz devletlere dönüşmesinin arkasındaki psikolojiyi ortaya koyuyor.

Kitabın adına baktığınızda kendini belli etmiyor ama içine daldığınızda fevkalâde dinle ilişkili bir metinle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Nerdeyse baştan sona Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bireysel ve toplumsal benlik üzerinde bıraktığı izler anlatılıyor, bu dinlerin devlet kavramını nasıl şekillendirildiği çözümleniyor.

Kitabı okudukça, Yahudilik ve Hıristiyanlık tamam da, İslam'dan ne zaman bahsedecek bu yazar demeye başlıyor insan. Tabii ki hiçbir zaman bahsedilmiyor İslam'dan ve kanımca hâlihazırda Batı Dünyası ile İslam Dünyası arasındaki sorunların kaynağı da bu: Batı Dünyası'nın İslam Dünyası'nı yok sayması.

***

Yazımın başında, “insan bilinmek ister” demiştim. İslam Dünyası'nın insanları, Müslümanlar da bilinmek istiyorlar. Ve maalesef bazılarımız kendilerini bildirmek için insanları dehşete düşürecek eylemlere girişiyorlar. Maalesef diyorum çünkü  asl olan“Bilmeyen ne bilsin bizi / Bilenlere selam olsun” diyen Yunus'un olgunluğudur, ama bunu herkesten beklemek imkânsız.

Batı Dünyası'ndaki tepkiler giderek yükseliyor ve bütün Müslümanlara karşı bir nefrete dönüşmeye başlıyor. Bundan en çok zara gören ise olup bitenle doğrudan ilgisi olmayan işinde-gücünde ve yoksulluk sınırında yaşayan Müslümanlar. Durum acil bir çözümü gerektiriyor ve bu çözüm pek tabii ki İslamofobi konferansları düzenlemekle çözülemeyecek kadar ciddi.

O halde ne yapılmalı?

Batı Dünyası İslam Dünyası'na karşı takındığı üç maymun tavrından vazgeçmeli. Kuşkusuz bu tavır yaşanan olumsuzlukların kök nedenlerinden en önemlisidir ve ileri olduğu, bilimsel yöntemlerle hareket ettiği ve medeniyetin zirvesini temsil ettiği iddiasındaki Batı'ya ilk adımı atma sorumluluğunu yüklemektedir.

Tamam da! Nasrettin Hoca'nın dediği gibi “hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusunu da Müslümanlar kendilerine sormalı. Ben kibarca sorayım isterseniz: İslam Dünyası'nın, şiddetin dışında “ben varım” diyebileceği bir dil yok mudur?

***

 Müslüman'ın müktesebatında “tebliğ” vardır. Ve bu tebliğ en güzel biçimde yapılır. Vurmada kırmada, yakıp yıkmada ne güzellik olabilir ki? Şimdi terör dediğimiz eylemlere çok eski olmayan bir zamanda tedhiş derdik. Tedhiş yani insanları dehşete düşüren eylem! Devrimci Marksistler bir Müslüman'ın tebliğ aracı olarak aklından bile geçiremeyeceği bu tür eylemleri, herhalde az da olsa kalan vicdanlarının sesini susturabilmek için, “silahlı propaganda” olarak adlandırmışlardı.

Müslüman tebliğini önce hâl ile -yani edebiyatı ve mimarisi de dahil sanatıyla, toplumsal sorunlara bulduğu kimseyi incitmeyecek özümlerle, kısacası kişisel ve toplumsal planda örnek yaşantısıyla- yapar. Şiiri ruhu yükseltmeyen manzumelere, mimarisi şehirde nefes bile almayı engelleyen beton yığınlarına, ahlâkı güçsüzleri sindirmeye yönelik bir gösterişe, dini sathi mistik heyecanlara dönüşen bir gürûh “silahlı propaganda”yı tebliğ sanma cehaletinin içinde debelenip durmaktan başka ne yapabilir ki?

  ***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)