"İnsan / eşref-i mahlûkattır derdi babam" diye başlar İsmet Özel "Amentü" adlı şiirine ve "bu sözün sözler içinde bir yeri vardı" diye devam eder. Evet, insan eşref-i mahlukattı: özel bir konumu vardı evrende, o kadar ki bu durumun bir söz olarak söylenmesi bile özel bir yere sahipti diğer sözler arasında. 

Zaman geçti, sayıların egemenliği başladı. İnsanın dünyadaki varlığı falan sayısıyla ifade edilir oldu, zenginliği filan sayıyla. Öyle ki ölçekler geliştirdi bilim adamları, saygı, sevgi, mutluluk, aydınlık vs. vs. aklınıza ne gelirse sayılarla ifade edilmeye başlandı.

İktidar sayıların eline geçince insan hayvana, toprak betona, yeşil griye, gönül zekâya, ruh bedene yenildi. İnsanı “eşref-i mahlukat”tan “homo sapiens”e irca eden Batı düşüncesi onu kelimenin tam anlamıyla bir “nesne” yaptı. Bu nesnelik sayesindedir ki önce teşrih salonlarında bedeni parçalandı insanın. Daha sonra ise düşüncesi, sosyal yapısı, dinsel olanlar da dahil tüm kurumları mercek altına alındı ve birer “şey” olarak incelendi. 

Önceleri kendiliğinden, rastgele sanılan şeylerin hakikatini kavramaya başladığında bütün bunların hem kendi içerisinde hem de evrendeki her şeyle ilişkili ve uyumlu muazzam bir “yapı” olduğu hayretler içinde görüldü. Bu görüş, Batılı insanın içindeki tecessüsü ve her şeyi bilebilme dürtüsünü daha da körükledi. Sonuçta insan kendini adeta bir zamanlar saatin arka kapağını açtığında oradaki parçaları sökerek saatin neliğini, hatta zamanın neliğini anlayabileceği zehabına kapılan çocuklar gibi hissetmeye başladı.

Felsefe literatüründeki anlamını bir kenara koyarak, ama ondan ya da onun arkasındaki kafa yapısından hiç de bağımsız olmadığını düşünerek, ben buna “yapı-sökümü” diyorum. Eğer insan yapıyı keşfetmişse ve onu anlamak için başka yollar olabileceğini de düşünmüyorsa (veya düşünüyor ama hoşuna gitmediği için onları yok sayıyor ya da görmezden geliyorsa) o zaman tabii ki yapabileceği tek iş “yapı-sökümü”dür.

***

Saat demiştim yukarıda. Oradan devam edersek, saatleri parçalara ayırarak o parçaları anlamaya çalışmanın çok yararlı bilgiler verdiğini, bunu çocukluğunda bizzat deneyerek yaşamış biri olarak, çok iyi biliyorum. Ancak, bu işin, hani zurnanın zırt dediği yer derler ya, öyle bir noktası var. O noktayı kaçırırsanız parçalara ayırdığınız saati yeniden inşa edip çalıştıramazsınız. O nokta zemberektir. 

Elektronikte yaşadığımız devrimden sonra eski usül saatler neredeyse ortadan kalktı. Artık saat kurmak diye bir kavram yok. Yok çünkü saatlerde zemberek yok. "Zembereği boşalmak" ya da "zehir zemberek" gibi deyimler artık bir zamanlar ilintili oldukları realiteden tamamen bağımsızlaşmış söz kümeleri haline geldi. 

Zemberek Farsça "zenburek"ten geliyor. Zenbur "arı" demek, -ek eki küçültüp "arıcık" yapıyor. Ekseni çevresinde döndürülüp sıkıştırıldıktan sonra eski durumuna gelirken bir iş, bir hareket sağlayan çelik yay anlamını taşıyor. Saate özgü değil zemberek, ancak en yaygın kullanıldığı yer bir zamanların kollarımızı çokça süsleyen saatleriydi.

Zemberekteki yay sistemi bir kez bozuldu mu artık saatiniz saat olmaktan çıkar ve asla size zamanı göstermez. Sanıyorum "yapı-bozum"la insanı anlamaya çalışanların kaçırdıkları nokta işte burası. 

Parça ile bütün arasındaki ilişkiyi iyi kavramak gerekiyor. Bütün parçaların toplamından ibaret olmadığı gibi, parçayı bütünden ayırdığınız zaman da artık o parça başka bir şey, bağımsız bir nesne haline gelir.

Dolayısıyla, bütünü bozup parçalara ayırdıktan sonra, parçaları inceleyerek bütünü anlamaya çalışmak beyhude heves vesselam!

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)