Üşüyordu, yorgundu. Değil kalem oynatacak, ayakta duracak mecali yoktu. Dışarıda rüzgar şiddetini iyice artırmıştı. Hava bugün gönlü misali kararsız, sanki dört mevsimi birden yaşatıyordu.

Sabah gece boyunca yağan yağmurun izleri görülüyordu sokaklarda; kapkara bulutlar gök kubbeyi kaplamıştı. Öğleye doğru güneş yüzünü gösterdi, ortalık biraz ısındı. Kalın üstlükleriyle dışarı çıkanlar pişman olmuş, bazıları çıkarıp elinde gezdirmeye başlamıştı. Şimdi de rüzgâr etrafı hoyratça kasıp kavuruyordu. Zincirini tutan bir el onu aniden serbest bırakmış gibi delice, ne yönden eseceğini şaşırmış bir hali vardı adeta. Sesi çatılardan uğultu şeklinde duyuluyordu. Oluklardan geçerken akortsuz bir enstrüman çalan acemi müzisyen gibi ahenksiz sesler çıkarıyordu.

Mutfakta açık kalan radyodan en sevdiği şarkının sesi işitiliyordu. 

!

Geçmiş değil bugün gibi

Yaşıyorum hâlâ seni

Sen hep benim yanımdasın

Gündüzümde gecemdesin

Çalınmasın söylenmesin

Sen benim şarkılarımsın.

!

Gücünü toplayabilse mutfağa geçip radyonun sesini açacaktı ama ne gezer? Bu üşümek denen şey insanın hareket etmesini bile engelliyordu. Kaloriferler yanıyordu, derecesi düşük değildi. Fakat yaşlılıktan mı nedir insan kendini zor ısıtıyordu. Neyse ki kulakları hâlâ iyi duyuyordu. Bu şarkıyı çok sevdiğini rahmetli karıcığı bilmezdi. Ona neden söylememişti? Bu türden konuları pek konuşmazlardı; daha çok havadan, sudan, karı kocaların düşünmeden konuştuğu ezberlenmiş klişe konulardan bahsederlerdi. İnsanın sadrında gizlediği her şeyi bilen bir Allah'ın kulu yoktu. Bu gerçeği bu yaşta idrak etmenin şaşkınlığını yaşadı.

Kafeste sapsarı tüylü kanarya kendini hatırlatmak ister gibi şakımaya başladı; cik ciki cik cik! Ne de güzel ötüyordu. Aylar önce oğlu getirip asmıştı duvara; 'sana can yoldaşı olur baba' demişti. Madem bize gelmiyorsun.'

Nereye gidecekti? Hiçbir ev kendi evinin yerini tutar mıydı? Sağ olsun tek evladı onu düşünüyordu. Fakat artık o da bir baba olmuştu; karısı, çocukları; sorumlulukları vardı. İşi başından aşkındı. Bir de işe yaramaz ihtiyar babasıyla mı uğraşacaktı?

Kalemi oynatmayı denedi. Yavaşça doğrulup masanın üzerindeki kara kaplı defteri açtı. Yazıyı yarın ki gazeteye yetiştirmesi gerekiyordu. Elinde gençliğinden ve hayallerinden kalan tek şey yerel bir gazeteye haftalık yazdığı yazılardı.  Öyle ücret falan da almıyordu. İhtiyacı da yoktu zaten. Emekli maaşı yetip artıyordu.

 Yazısına başladı. Önünde açık duran kara kaplı defterin sararmış sayfasına, ' Adam, yolu yanlışlıkla dünyaya düşmüş bir uzaylı gibi şaşkınlıkla bakındı etrafına. Kendisine ne istediğini soran gözlerle bakan kayıt memuruna insanlardan öğrendiği basmakalıp sözleri, genel geçer kurallar dâhilinde sıralamaya başladı.' diye yazdı. Başını kaldırıp pencereden dışarı baktı. Karşı ki caddede İnsanlar robot gibi başları önde gelip geçiyordu. Kendisinin de ara sıra bir uzaylı gibi hissettiği oluyordu. Ağzını açınca çıkan çatallı, kart sese hâlâ alışamamıştı. Fakat etrafına bunu hiç belli etmiyor;  normal gibi görünmeye, normal insanlar gibi davranmaya, belli olaylar karşısında belli alışılmış tepkiler göstermeye çalışıyordu. Atmış bunca yaşına geldiği halde hala bu dünyaya yabancı hala eğreti bir hali vardı. İçinden bir ses 'Adam sende böyle gelmiş böyle gider sen yazmana bak. Şimdi bunları düşünmenin sırası mı?' diye söyleniyordu. Acaba bu ses hangisine aitti? İnsana mı? Uzaylıya mı?