“Ateş düştüğü yeri, yakar” derler doğrudur. Sizin yüreğinizde kendi küçük dünyanızdan başka bir şeye yer yoksa sorununuz yoktur, ateş sizi etkilememiştir. 

Yüreğiniz biraz daha genişse ama, Aladağ'da bir kız öğrenci yurduna düşen ateşin sizin de yüreğinizi yakmaması mümkün değil. Aladağ'ın nasıl bir yer olduğunu, o çocukların neden o yurtta kaldıklarını; bu küçücük canların, köylerde geçim sıkıntısı çeken ailelerinin, o çocukları orada barındırmayı üstlenenlerin yarına dair beklentilerini, ümitlerini düşünürseniz eminim yangının büyüklüğünü daha da bir hissedersiniz içinizde.

***

Yıllar önce mecburi hizmet kurası sonucu “belediye tabibi” olarak atanmıştım büyük bir şehrin kenar bir belediyesine. Belediye tabibinin ne olduğuna, ne iş yaptığına dair hiçbir fikrim yoktu. Sonradan anladım ki hastalanan belediye personeline ve orada böyle bir hizmetin verildiğini bir biçimde öğrenen vatandaşa bildik teşhis ve tedavi hizmetleri vermenin yanı sıra özellikle gıda üretim ve dağıtım işi yapan esnafa ve çalışanlarına peryodik muayene ve tetkikler yaptırarak çalışmalarında sağlık açısından sakınca olmadığına dair rapor vermekti Belediye tabibinin en önemli işi. Sonra bir iş daha vardı ki en az bu saydıklarım kadar, hatta belki de daha önemliydi: İşyeri açma ruhsatı veren bir komisyonun üyeliğini yapmak.

İşyeri ruhsat komisyonunda yer almak benim için oldukça sıkıcı bir görevdi başlangıçta, ama daha sonra anladım ki bu görev toplumu tanımamda aramakla bulamayacağım fırsatlar sunuyordu bana. Herhangi bir sosyal ya da resmi statüsü olmayan, makamı mevkisi bulunmayan ama hayat mektebi denilen acımazsız okulda kariyerin doruğuna erişmiş pek çok insanla karşılaştım o komisyonda çalışırken. 

***

Bir defasında varoşlarda bir mahallede bakkal ruhsatı isteyen bir esnafın dükkânına gitmiştik. Ekipteki görevliler kendi açılarından incelemelerini yaptılar. Her şey kurallara uygundu, evrakları tamdı. Görüş bildirme sırası bana gelince ilgili talimatname gereği bakkallarda lavabo bulunması gerektiğini ama yaptığım incelemede bunun bulunmadığını tespit ettiğimi belirttim. Ekip başkanı işyeri sahibine bunu açıklayınca esnafın çok tuhafına gitti. Bana dönerek “Allah, Allaaah! Bakkalda ne lüzumu var lavabonun doktor bey” dedi.  Gıda satışı da yapan bir esnaf olarak ellerini sık sık su ve sabun kullanarak yıkamasının gerekliliğini kendisine açıklamaya çalıştım. “Ne olacak doktor bey, elimi gazete kâğıdına silerim” dedi. Ekiptekilerin gülümsemeleri arasında başkanımız birkaç kelime daha söyledikten sonra “Efendi, haftaya yine geleceğiz, lavabo işini hallet, ruhsatını al” al diyerek konuyu kapattı.

Ertesi hafta aynı işyerine gittiğimizde esnafımızın yüzü gülüyordu. Lavabo işini hallettim dedi. Gerçekten de dükkânın uygun yerine o mahalle için lüks sayılabilecek bir lavabo takılmıştı. Musluk televizyonlarda reklamı yapılan ünlü bir markanın etiketini taşıyordu. Ekip başkanı “Hayırlı olsun, Perşembe günü belediyeye uğra” diye başladığı cümlesini bitirmemişti henüz ki elimi musluğa götürüp suyun akışına bakmak gelmişti. Musluğa elimi uzatıp çevirdiğimde gördüğüm manzara beni de ekipteki herkesi de şaşırtmıştı. Musluk bir akarsu şebekesine bağlı değildi, sadece duvara tutturulmuştu o kadar!

Ekip başkanı gözleri fal taşı gibi açılmış, bir bana bir elimde kalakalan musluğa bir de işyeri sahibine bakıyordu.

***

Şimdi bunları niye anlatıyorum? İnsanlara inanmadıkları bir şeyi yaptırmanın neredeyse imkânsız olduğunu anlatmak için. Son yaşanan yangın faciasından sonra eminim yüzlerce haber yapılacaktır. Şu eksikmiş, yapılması gereken falan iş yapılmamış ve saire diye. Büyük ihtimalle söz konusu öğrenci yurdunun mutlaka bir ruhsatı vardır ve kâğıt üzerinde ruhsat almasına mani bir durum da yoktur. 

Peki, kâğıt üzerindekilerle gerçek hayat arasındaki ilişki nedir? Muhtemelen bizim bakkalın lavabosundaki gibidir. Ruhsat için istenenleri, konulan şartları bir zora koşma, gereksiz angarya gibi görüyordur insanlar.

Çözüm mü? Yukarıdan, tepeden inme değil, aşağıdan, kendi toplumsal şartlarımızdan ve dinamiklerimizden beslenen topyekûn çağdaşlaşma. Ya da şair Ataol Behramoğlu'nun dizeleriyle  "Yaşamak görevdir bu yangın yerinde / Yaşamak, insan kalarak."

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)