Türk Milleti olarak türkülerle güler, türkülerle ağlar, türkülerle oynarız. Türkü, hayatımızın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Tarlamızı sürerken, eşeğimize binip çifte giderken, harmanda düven sürerken, koyunların peşinden koşarken, kuzuları emiştirirken, bulaşık yıkarken bile türkü söyleriz.
Yeni bir bebeği kucağımıza aldığımızda, büyütüp asker eylediğimizde, düğün dernek kurduğumuzda hep türkü söyleriz. İlkbahar geldiğinde, koyun kuzu melediğinde, ağaçlar gelinliğini giydiğinde, delikanlılar bıyıklarını burduğunda, kızlarımız gözlerine sürme çektiğinde ağızlarında bir ıslık dudaklarında bir nağme vardır: Türkü!
Çocuklarımızı kucağımıza aldığımız zaman ninnilerle büyütürüz. “Uyusun da büyüsün ninni/Tıpış tıpış yürütün ninni.” Ben de kızım Ayşe Selcen için bir ninni yazmıştım. Onu sizinle paylaşmak istedim:
Uyusun güzel bebeğim (ninni)
Sen uyu ben seyredeyim (ninni)
Kara gözleri sürmeli (ninni)
Bir an önce büyümeli (ninni)

Not: Türk Ocağı'nda bu hafta Cumartesi konferanslarında “Yetik Ozan” konuşulacak. 22 Şubat 2014, saat 14.00'de başlayacak konferansın konuşmacısı, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Metin Özarslan. Tüm “Yetik Ozan” severlere duyurulur.
Güneş yüzlü badem gözlüm (ninni)
Sırma saçlım, tatlı dillim (ninni)
Güzel günler senin olsun (ninni)
Gamzen gülücükle dolsun (ninni)
Gül kokulu güzel kızım (ninni)
Neşe dolu, gür pınarım (ninni)
Ceylan gibi salınasın (ninni)
Ben feda sen sağ olasın (ninni)
Anuş'un seher yıldızı (ninni)
Çok nazlıdır iki gözü (ninni)
Türkülerimizle ninnilerimizle sevinçlerimizi dile getirdiğimiz gibi acılarımız, elem ve kederlerimizi de nağmelere dökeriz. Bizim köyde (Göktepe Kasabası) “Tolmalı” lakaplı bir kadın varmış. Ben o kadını hiç görmedim. Lakin anlatırlardı. Kadının kocası, odun getirmek için dağa gitmiş, adam ağaçtan düşmüş ve ölmüş. Annemden dinledim. Kadın ölen kocasının ardından çok ağlamış ve şu türküyü yakmış:
“Çıktın eşen doruğuna
Balta vurdum yarığına
Ben beğimi kurban verdim
Şu Günder'in doruğuna.”
Kızlarımız büyüyüp gelinlik çağına gelince kız babalarının ve annelerinin içini bir sızı kaplar. Artık küçük kızları büyümüş ve istemeye gelmişlerdir. Baba kızının büyüdüğünü bir türlü kabullenemez. Gelen dünürcüleri “kızım” küçük diyerek geri gönderir. Sonunda araya büyükler girerek, komşu kadınların baskısıyla kızını vermeye razı olur.
Kız verilir, sözü kesilir. Ağzımız tadlansın diye şerbet içilir. Eskiden şerbet içilirdi, şimdi yerini çikolata ve kahve aldı. Şerbet, limon, şeker ve gül suyundan yapılan bir içecekti. Yanında bisküvi ve lokum da ikram edilirdi.
1970'li yıllarda bizim Ermenek yöresinde “çember atma”diye bir adet vardı. Nişanlı kız belli olsun diye düğünde oynamaya kalkınca başına çember (başörtüsü, yemeni) atarlardı. İlk önce kızın kayın validesi bir başörtüsü atar, daha sonra görümceleri, oğlanın ve kızın akrabaları sırasıyla kenarları oyalı ya da sade başörtüler atarlardı. Şimdi onun yerine para takma aldı. Rahmetli amcamın büyük kızı Döndü Ablam da büyümüş, onun da düğün öncesinde “çember atma” merasimi yapılmıştı.
Yine Ermenek yöresinde 70'li yıllarda (evvelinde varsa bilmiyorum) kına gecelerinde def çalınır, oynanır, kına yakma merasimi yaklaşınca gelin kız ağlatılırdı. Buna bizim o taraflarda “gelin okşaması” adı verilir. Defi çalan aynı zaman da çok güzel dörtlükler söyleyerek gelin kızın, anasını, bacısını, halasını, teyzesini davet eder, onlarda dörtlükler söyleyerek ağıt yakarlardı. Döndü Ablam'ın düğününde aklımda kaldığı kadarıyla Halam Safiye Aydın, şöyle bir ağıt yakmıştı:
“Evimizin önü otluk
İçinde yayılır keklik
Hem ayrılık hem gurbetlik
Dayanamam gelin kızım
***
Evimizin önü yonca
Yonca kalkmış dam boyunca
Bu yoncayı kim biçecek
Gelin kızım olmayınca.”
Türkülerle eğlenmeye, ağlamaya bir sonraki Perşembe günü yazımızda devam edeceğiz inşallah. Şimdilik hoşça kalın, Allah'a emanet olun efendim.