BM’nin 12 Aralık 1948’de ABD, Fransa, ve Türkiye temsilcilerinden oluşan ‘’Filistin Uzlaştırma Komisyonu’’ kurulması sonrasında, komisyonun Türkiye temsilcisi Hüseyin Cahit Yalçın’ın; ‘’İsrail’in tanınması’’ tavsiyesi ile resmi düzeyde İsrail ile ilişkilerin başladığı söylenebilir. O zamana kadar kurulacak İsrail devletine karşı temkinli hatta karşı duran Türkiye, bu süreçle birlikte bu tutumunu değiştirme eğilimi göstermiştir. Komisyon üyesi Hüseyin Cahit Yalçın’ın döneminde tavizsiz bir anti komünist olarak tanındığını biliyoruz. Bu çerçevede Yalçın’ın İsrail ve Sovyet ilişkisi ile ilgili kaygılarının komisyon görüşmeleri esnasında giderilmesi, bu tavsiyesinin temel etkeni olarak görülebilir. Hatta öyle ki Hüseyin Cahit Yalçın’ın İsmet İnönü’ye, İsrail’in tanınması konusunda ciddi bir rapor da sunmuştur. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında dış politika bağlamında Batı yanlısı bir tutum sergilemesi de, İsrail’in tanınması hususunda önemli bir etken olarak görülmekteydi. Böylesi bir tabloda, komisyonda ki görevi devam ederken Türkiye 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman devlet olarak tarihe kayıt düştü.

Bugünden sonra Türkiye dış politika bağlamında İsrail ile ilişkilerini ekseriyetle devam ettirdi. Dönem dönem ilişkilerde gerilme ve kopma aşamaları yaşanmışta olsa Türkiye’nin Ortadoğu politikasında İsrail hep önemini korudu. Dönemin şartları çerçevesinde inşa edilen ilişkiler ‘’inişli çıkışlı’’ olarak tanımlanabilse de, stratejik olarak adlandırılan konularda iş birliklerinin olduğunu görmekteyiz. 

Bu anlamda bugün ‘’Golan Tepeleri’’ konusunda İsrail’in tutumu ve açıklamaları sonrasında Türkiye’nin karşı açıklamalarının olması durumuna tarihsel bir perspektiften bakarak Türkiye ile İsrail ilişkilerini irdelemekte fayda görüyorum.

1949’da Türkiye’nin İsrail’i tanıması sonrasında kimi kırılma noktalarını ve yakınlaşma ya da uzaklaşma durumlarını irdelerken ‘’Golan Tepeleri’’nin önemi ve işgal tarihine değineceğiz. Bu önemli tarihlerden olan ‘’1967 Arap İsrail Savaşları’’nda Türkiye’nin, Kıbrıs Sorunu noktasında ABD ile yaşadığı gerginlik ve özellikle Johnson Mektubu sonrası yaşanan dış politikada ki hayal kırıklığıyla net bir şekilde Arap Devletlerini desteklediğini görmekteyiz. Ancak bu dönemde dahi İsrail ile ilişkilerde radikal bir değişiklik olmadığını söylemek mümkün gözüküyor. Maslahatgüzar seviyesinde ilişkilerin devam etmiş olması bu görüşü destekler niteliktedir. 

1980’li yıllarda Özal’ın pragmatik dış politika anlayışı ile şekillenen dış politikamız çerçevesinde, 1985 yılında ABD ziyareti esnasında gizlice Yahudi Lobisi önde gelenleri ve İsrail’in Washington büyükelçisiyle görüştüğü bilinmektedir. Bu dönemde Ortadoğu’da devam eden müteahhitlik işlerinin devam etmesi içinde destekleyici bir tutumun sergilendiği de görülmektedir. Bu da dış politika bağlamında Türkiye’nin kendi şartları ve çıkarları doğrultusunda bir hareket geliştirdiğinin tarihsel kanıtı olarak düşünülebilecektir. 

1990’lı yıllara gelindiğinde ise ilişkilerin iyice sıkılaştığı ve geliştiği görülmüştür. Bu yılların başında Tel-Aviv’deki diplomatik temsilciğimizin büyükelçilik düzeyine yükseltildiği bilinmektedir. Özellikle Özal’ın ABD ile ilişkileri en üst düzeye çıkarma isteği doğrultusunda tıpkı 1950’lerde Menderes’in yaptığı gibi İsrail ile dirsek teması sağlanmaya çalışıldı. Bunun yanında Amerika’da etkili olan Ermeni ve Rum lobi faaliyetlerine karşı Türkiye, Yahudi Lobisinden destek bekliyordu. Üstelik Avrupa ile ilişkilerin rayına oturması adına da Yahudi Lobilerinin desteği önemli görülmekteydi. Dönemde Çiller’in İsrail ziyareti esnasında ilişkileri ‘’stratejik’’ olarak tanımlaması da, çok boyutlu bir işbirliği beklentisinin göstergesiydi. Bu tarihlerde imzalanan iki anlaşma ilişkinin boyutunu gösterir niteliktedir. 1996’da ‘’Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşması’’ ve ‘’Serbest Ticaret Anlaşması’’nın yapılması beraberinde bir çok tartışmayı getirse de bugün bakıldığı vakit epey dikkat çekici ve önemlidir. 

2001 sonrası ilişkilerin de yukarıda ki çerçevede geliştiği söylenebilir. Ticaret hacminin her geçen gün arttığı yıllar olarak görülen dönemde kimi zaman diplomatik krizler çıksa da ilişkilerin devam ettiği söylenebilir. Mavi Marmara gibi hadiselerde ilişkiler kopma noktasına gelse de sonrasında ekonomik ve bölgesel anlaşmalar ile bu durum devam etmiştir. ‘’Alçak koltuk krizi’’ bu dönemde yaşanmış olsa da yine sonrasında diplomasinin işlediği bilinmektedir. Bu dönemde Türkiye’nin bölgesel liderlik arayışı ve dış politika bağlamında kimi zaman idealist bir tavır sergilemiş olduğu söylenebilecek olsa da, Türkiye’nin ‘’inişli çıkışlı’’ ilişkileri devam ettirdiği ifade edilebilecektir.

Son günlerde tekrar gündeme gelen ‘’Golan Tepeleri’’ hadisesine karşı Türkiye’nin tutumu da yukarıda anlatıldığı doğrultuda gerçekleşmiştir. İsrail 1967 savaşında işgal ettiği tepeleri 1981 yılında ilhak ettiğini açıklamıştır. 2017 yılında da ilk defa  bakanlar kurulunu bu bölgede toplama gibi bir tavır sergilemekten geri durmamıştır. Suriye, Ürdün, Lübnan ve işgalci İsrail’e sınırı olan tepelerin zengin su yatakları ile İsrail’in su ihtiyacının üçte birini karşıladığı bilinmektedir. Bunun yanında hakim bir tepe olması dolayısıyla da stratejik bir konuma sahip olduğu ve özellikle Suriye açısından kritik bir coğrafya da bulunduğu söylenebilir.

 Türkiye 1982 yılında BM’de İsrail’in kınanması hususunda tarafsız kalmış ve sonrasında ASALA terör örgütünün karargahlarının bulunduğu Lübnan’dan temizlenmesi noktasında İsrail’in teklifini kabul etmiştir.  

2008’de Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri Gazze Saldırısıyla boşa çıkmış ve İsrail’in bu konuda sert bir tavır alacağı izlenimi verilmiştir. İşgalci konumunda bulunan İsrail’in bu tutumunu devam ettireceğini de anlaşılmıştır.

 Trump’ın İsrail’in işgalini ‘’İsrail’in egemenliği olarak resmen tanımanın vakti geldi’’ diyerek meşrulaştırmaya çalışması son günlerde bu konuyu tekrar gündeme taşıdı. Ancak İsrail’in seçim döneminde olması ve Trump’ın bu anlamda uluslararası kamuoyu ve ABD iç siyasetinde destek bulmaması bu konunun gerçekleşmesi noktasında popülist bir yaklaşım olarak görülebilecektir. Yine de bu konu da temkinli olunması zorunludur. Öyle ki Suriye’nin geleceği açısından da bu tepelerin durumu önem arz etmektedir.